Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı.
Ve Ramazan’ın 17’si, Pazartesi gecesi idi.
Nur dağı, derin ve manalı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söylenenleri adeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için… Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah’ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesna vakit!
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri iç içe idi.
Cebrail (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü son resûlle, Peygamberler Peygamberiyle muhatab olacak, “Habibullah” unvanını imanı, ibadeti, tefekkürü ve mücâdesi ile hakedecek olan Sultan-ı Levlak’la konuşacak, onunla yüz yüze gelecekti.
Beklenen an gelmişti.
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nurlar saçarak göz kamaştırcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı, fakat gür bir sedâ ile hitap etti:
Kâinatın Efendisini, hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu!
ما[Ben okuma bilmem] diye cevap verdi.
Hz. Cebrail, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, “Oku!” diye seslendi.
Fahr-i Kâinat, aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem!”
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi: “Oku!”
Bu sefer Fahr-i Kâinat, “Ben okuma bilmem” dedi. “Söyle, ne okuyayım?”
Bunun üzerine melek, Allah’tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alak Suresi’nin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:
“Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki O, insanı, pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku ki senin Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini tâlim eden, bol kerem ve ihsan sahibidir.”[1]
Heyecan ve haşyetin son haddinde, Kâinatın Efendisi, bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan ayetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık inen ayetler Allah Resûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.
O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire kayboluverdi.
“Beni Örtünüz!”
İlâhî vahye muhatab olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü, mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti.
Yolda birçok gariplikle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar, “Esselamü Aleyke Yâ Resûlallah!” diyerek onu selamlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.
Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hadisenin azameti ve haşyeti karşısında adeta konuşamaz hale gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübra’ya sadece, “Beni örtünüz, beni örtünüz!” diyebildi.[2]
Sâdık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstüne örtüler örttü.
Hira’da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem, şimdi de evinde ruh ve düşünceleriyle başbaşa idi.
Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahata ve sükûnete kavuştukları belli idi. Hatice-i Kübra’ya başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi: “Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!”
Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu.
Ancak bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basîrete sahip Hz. Hatice, her halinden son derece emniyet duyduğu zevci Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyid etti:
“Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme; Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Ben biliyorum ki sen sözün doğrusunu söylersin. Emanete riayet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nâzik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariplere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin! Ey Amcamoğlu! Sebat et! Vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim.”[3]
Varaka Ne Dedi?
Bütün bu olup bitenler elbette manasız değildi ve bir şeyler ifade ediyordu. Sorup soruşturup öğrenmek ise, Hz. Hatice’ye düşüyordu.
Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimat edebilirdi?
Hz. Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tespit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.
Varaka b. Nevfel, oldukça yaşlanmış, saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat’ı ve İncil’i okumuş, onlardan pek çok şey öğrenmişti.
Hz. Hatice, vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle, amcası oğluna gitti.
Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri anlattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka haykırdı: “Kuddûs, Kuddûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah’ın Mûsa Peygambere gönderdiği Ruhü’l-Kudüs’tür. Namus-ı Ekber’dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin. Ah, ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım; kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman sağ olsaydım!”[4]
Bu ifadeler, hem Allah Resûlünü, hem de Hz. Hatice’yi bir derece rahatlattı. Ancak Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi, onu niçin yurdundan çıkaracaktı?
Bu sualine Varaka cevap verdi: “Evet, seni buradan çıkaracaklardır! Çünkü senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim!”[5]
Varaka b. Nevfel, gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kabil olmayan gerçeği… Bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği…
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hz. Hatice’yle birlikte, Varaka b. Nevfel’in yanından ayrıldı.
VAHYİN BİR ARA KESİLMESİ
Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hadiseyle karşı karşıya geldi: “İnkıta-ı Vahy” hadisesi, yani “vahyin kesilmesi…” Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hadise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya İsrafil (a.s.), teselli için, birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.[6]
Allah Resûlü, tam kırk gün bu üzüntüyle karşı karşıya kaldı. Dünya “Dârü’l-Hikmet” olması sebebiyle, onda her şey —şüphesiz— hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, Bazen bu gibi hadiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, Bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hadiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiçbir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Buna binaen, inkıta-ı vahy, yani vahyin bir ara kesilmesi hadisesi, şüphesiz birçok sebep ve hikmete binaen cereyan etmiştir. Fakat biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsâ etmek mümkündür:
a) Allah Resûlü, ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu adeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sâir lâtifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur.
b) Ruh-ı Ahmed’in (a.s.m.), ızdırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.
c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.[7]
VAHYİN TEKRAR GELMEYE BAŞLAMASI
Kırk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hadisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:
“Bir gün giderken, aniden gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda, Hira’da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah,
‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da sana iman etmeyenleri azapla korkut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!’[8]ayetlerini indirdi. Artık vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi.”[9]
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûta kavuştu. Cenab-ı Hak, serâpa ahlâkî güzellikler ve kemâllerle süslemiş olduğu Hz. Muhammed’i (a.s.m.) peygamberlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev’i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda Yüce Allah’ın umum kâinatta cârî olan “Her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami’ halkedip, nev’in medar-ı fahri ve kemâli yapar” kanunu, insanlık câmiasında da tecellisini buluyordu.
“Cenab-ı Hakk’ın esmâsında [isimlerinde] bir İsm-i Âzam olduğu gibi, masnuatında [san’atlarında] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medar-ı nazar edecek.
“O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva-ı kâinatın [kâinattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envaı içinde en mükemmel, zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkîyata müstaid, insandır.
“Ve insanlar içinde herhalde o ferd, Muhammed (a.s.m.) olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zât , küre-i arzın [yeryüzünün] yarısını ve nev-i beşerin [insanların] beşten birisini saltanat-ı mânevîyesi altına alarak bin üç yüz elli sene (şimdi bin dört yüz sene) kemâl-i haşmetle saltanat-ı mânevîyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva-ı hakaikte [hakikatlerin her türlüsünde] bir Üstad-ı Küll hükmüne geçmiş.
“Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş, bidayet-i emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’cîzü’l-Beyan’ı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz.
“Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”[10]
[1] Alak, 1-5.
[2] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7.
[3] Buharî, a.g.e., c. 1, s. 7.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 254; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 404.
[5] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97-98.
[6] Tecrid Tercemesi, c. 1, s. 13.
[7] Abdüllatif es-Sübkî, el-Vahyü İle’r-Rasûl Muhammed (a.s.m.), s. 89.
[8] Müddessir, 1-5.
[9] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 98; Ahmed İbn Hanbel, Müsned (h. 2846); Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 592.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 284-285.