Hz. Hatice validemizin vefatıyla, Resûl-i Kibriya Efendimizin aile hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de ashab-ı güzin bu durumun farkında idiler.
Bir gün, Osman b. Maz’un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtun, Habib-i Kibriya Efendimizin huzuruna geldi ve “Yâ Resûlallah! Yanına girince birden Hatice’nin yokluğunu hissettim!” dedi.
Resûl-i Ekrem bunun üzerine, “Evet, o, çoluk çocukların anası, evinin de görüp gözeticisi idi” buyurarak, aile hayatında Hz. Hatice-i Kübra’nın ebedî âleme irtihaliyle meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı.
Efendimizin bu konuşması üzerine Havle binti Hakîm, “Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Kiminle?” dedi.
“Ebû Bekir’in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem’a ile…”
Bu karşılıklı konuşmadan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havle’ye, “Git” dedi. “Benim için ikisi hakkında da konuş!”
Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Evde, Hz. Âişe’nin annesi Ümmü Rûman vardı.
“Ey Ümmü Rûman!” dedi. “Allah’ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?”
Ümmü Rûman, “Nedir?” diye sorunca da, Havle, “Resûlullah, Âişe’yi istemek için beni gönderdi!” diye cevap verdi.
Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından, Ümmü Rûman, Havle Hâtun’a hiçbir cevap vermedi ve ona, “Ebû Bekir’in gelmesini bekle” dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı. “Yâ Ebû Bekir!” dedi. “Allah, size hayır ve bereketten ne eriştirdi, biliyor musunuz?”
Hz. Ebû Bekir, “Nedir o?” diye sordu.
Havle, “Resûlullah, Âişe’yi istemek için beni gönderdi” cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra, “Âişe (din) kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?” diye konuştu.
Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Ebû Bekir’in yanına dön! Tarafımdan ona ‘Benim sana kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun (kan ve süt kardeşliği değil) İslam’da kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir’ de!” buyurdu.
Havle dönüp bunu bildirince, Hz. Ebû Bekir’in tereddüdü zâil oldu ve kerimesi Hz. Âişe’yi Resûl-i Kibriya Efendimize Şevval ayında nişanlayıp nikâhladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.[1]
EFENDİMİZİN, HZ. SEVDE’YLE EVLENMESİ
Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem’a’ya gitti.
Hz. Sevde, Sekran b. Amr’ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret etmişti. Daha sonra Mekke’ye dönmüşlerdi. Mekke’ye döndüklerinde Hz. Sevde, bir gece rüyasında, Ay’ın süzülüp üzerine iniverdiğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:
“Eğer rüyan doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra sen de evleneceksin!”
Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekran, hastalanıp vefat etmişti; böylece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.
Havle Hâtun kendisine, “Resûlullah beni sana dünürlük için gönderdi!” deyince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Nebiyy-i Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi?
Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriya Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah, dini imanı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binaen kendisinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü ve “Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?” diye sordu.
Hz. Sevde, “Vallahi yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiçbir mühim sebep yoktur; ancak şu çocukların sabah akşam başında vızıldayacaklarını düşünüyorum da, onun için çekiniyorum!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah sana rahmet etsin! Kadınların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır” buyurarak, bu endişe ve tereddüde gerek olmadığını belirtti; sonra da, “Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir” dedi.
Hz. Sevde, kaynı Hatib b. Amr’e salâhiyet verdi. O da, Hz. Sevde’yi, bi’setin onuncu yılında Resûl-i Kibriya Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında idi.[2]
Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriya Efendimiz, akrabalarından ayrılarak iman safına iltihak etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inancına dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı, sadece Allah’a ve Allah’ın dinine olan bağlılık ve sadâkatinden dolayı himâyesi altına alıyor ve onu “mü’minlerin annesi” olmak şerefine ulaştırıyordu!
RESÛL-İ EKREM EFENDİMİZİN TAİF’E GİDİŞİ
Müşrikler, Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin vefatlarını fırsat bildiler. Adeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize revâ gördükleri eza ve cefaları birden kat kat artırdılar. Öyle ki Efendimiz, onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dolayı dini neşretme vazifesini yapamaz hale gelmişti.
Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriya Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Taif’e gitmeye karar verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı, Taif’te oturan Sakif kabilesinden kendisini korumalarını ve İslam davasını kabul etmelerin istemekti!
Taif, Arabistan’ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle şöhret bulmuştu. Ayrıca Resûlullah’ın süt annesi Halîme’nin mensup olduğu Benî Sa’d kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla Efendimiz, bu belde sâkinlerinin İslam’a alâka duyup imanla şereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde, Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı!
Tarih, bi’setin onuncu yılı Şevval ayının yirmi yedisini gösteriyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz Zeyd b. Hârise’yle birlikte gizlice Mekke’den ayrılarak Taif’e vardı. Orada Sakif kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslam dinine davet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını talep etmek için geldiğini anlattı. Ancak kaldığı on gün zarfında hiçbir müspet netice elde edemedi; üstelik, hakaret ve istihza ile mukabele gördü, türlü türlü ithamlara maruz kaldı.
Reislerinden biri, “Allah, peygamber göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı?” diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübarek kalplerini teessüre boğdu. Bir başkası, “Vallahi” dedi. “Ben hiçbir zaman seninle konuşmayacağım! Çünkü sen, şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem! Eğer, sen ‘Allah’ın Peygamberiyim’ diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem!”[3]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sakiflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu.
Müşriklerin bu durumu haber alıp cür’etlerini artırmalarından endişe duyduğu için de, yanlarından ayrılacağı sırada onlara, “Bâri, konuştuklarımız aramızda kalsın; başka kimse duymasın” dedi.
Ne var ki şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Taif sâkinleri, Resûl-i Zîşan’ın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin İslamiyete alâka duymalarından korkarak, İki Cihan Güneşi Efendimize, “Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz!”[4]dediler.
Lât ve Uzzâ’ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler, bu çirkin sözlerle de yetinmediler; beldelerinde misafir olarak bulunan Cihan Peygamberine, ayak takımını, sokak gençlerini ve köleleri kışkırtarak saldırttılar.
Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında sıralanarak Kâinatın Efendisini ve Hz. Zeyd’i taşa tuttular. Resûlullah’ın mübarek ayakları kana bulandı. Öyle ki isabet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriya’ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Ama nâfile idi. O da kan revan içinde kaldı.
Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtarabildi. Bağın sahipleri, kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe ve Şeybe b. Rabia adında iki kardeşti.
Resûl-i Ekrem, bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsanlığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra şu hazin münâcâtta bulundu:
“Allahım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir görüldüğümü ancak Sana arz eder, Sana şikayet ederim.
“Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.
“Allahım! Yeter ki Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat Senin af ve mağfiretin, bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.
“Allahım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhî rızandan uzak kalmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve ahiret işlerini yoluna koyan İlâhî nuruna sığınırım!
“Allahım! Sen râzı oluncaya kadar affını dilerim!
“Allahım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir!”[5]
Köle Addas
Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin maruz kaldığı şen’î ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete gelmişti. Köleleri Addas’la Efendimizebiraz üzüm göndererek ikramda bulundular.
Addas, tabak içindeki üzümü alıp Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem, üzümü “Bismillah” diyerek alıp yemeye başlayınca Addas’ın dikkatini çekti. Kendi kendine, “Vallahi” dedi. “Bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler ve söylemezler!”
Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ey Addas! Sen hangi belde halkındansın ve hangi dindensin?” diye sordu.
Addas, “Ninovalıyım ve Hıristiyanım” diye cevap verdi.
“Demek sen, o sâlih kişi Yûnus İbni Metta’nın hemşehrisisin.”
“Sen, Yûnus İbni Metta’yı nereden biliyorsun?”
“O, benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim.”
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah Efendimizin başını, ellerini ve ayaklarını öptü!
Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri, diğerine, “Senin adamın” dedi. “Gözünün önünde kölenin itikadını bozdu!”
Addas yanlarına dönünce de, ikisi birden, “Yazıklar olsun sana Addas! Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?” diyerek onu azarladılar.
Addas’ın efendilerine cevabı ise şu oldu:
“Yeryüzünde, bu zâttan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki onu ancak bir peygamber bilebilir!”[6]
Peygamberimizin Şefkat ve Merhameti
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli düşünceli ve Sakif kabilesiyle Taiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke’ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrail’i fark etti.
Cebrail (a.s.) seslendi: “Şüphesiz, Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti; sana, şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin!”
O anda görünen dağlar meleği de, emrine âmade olduğunu ve istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan Dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekrem’in arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
“Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ’nın bu müşriklerin sulbünden, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır.”[7]
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi, insanları beddualarla yok etmek, belâ ve musibetlere uğratıp perişan etmek değildi; aksine, insanların imana kavuşması, hidayete ulaşması ve ebedî saadete ermesi idi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple, her dakikası bir nevi ibadetle geçiyor ve her ânı nurlu bir manzara olarak mâziye akıp gidiyordu.
Cinlerin, Peygamberimizi Dinlemesi
Peygamber Efendimiz, Mekke’ye varmadan Nahle adlı mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur’an’ı duyunca, durarak dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları imana davet ettiler.[8]
Kur’an-ı Kerim, bu hadiseden bize haber verir: “Hani; cinlerden birtakımını Kur’an dinlemek üzere sana sevk etmiştik; bu suretle vakta ki ona hazır oldular: ‘Susun, dinleyin’ dediler. Sonra bitirildiği vakit de döndüler. İnzar etmek üzere kavimlerine gittiler. ‘Ey kavmimiz!’ dediler. ‘Haberiniz olsun: Bizler bir kitap dinledik. Musa’dan sonra indirilmiş önündekini tasdik ediyor, hakka ve bir doğru yola hidayet ediyor! Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine icabet edin ve ona iman getirin ki bazı günahlarınıza mağfiret buyursun ve sizi elîm bir azaptan korusun!’”[9]
Mekke’ye Giriş
Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle’de bir müddet ikamet ettikten sonra Mekke’ye yöneldi. Kureyş’in kendisini kolay kolay Mekke’ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple, Hira’ya varınca, birini göndererek, müşrik Mut’im b. Adiyy’in himâyesini istedi. Mut’im, isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira’dan alarak Mekke’ye getirdiler.[10]
Müşrikler, Mut’im’in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkaramadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe’yi tavaf etti, Harem-i Şerif’te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.
Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut’im b. Adiyy’in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini, müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâdetmiştir.
Mut’im’in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine’ye gelmişti. Peygamberimiz, onu kabul etmiş, ricasını dinledikten sonra şöyle demişti:
“Eğer, baban Mut’im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricada bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut’im’e bağışlardım!”[11]
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 58; Buharî, Sahih, c. 2, s. 329; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 211.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 52-53; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 211.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 61; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 211.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 61; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 211-212; Taberî, Tarih, c. 2, s. 26.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 61-62; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 212.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 63.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 60-63; Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 63; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 122.
[9] Ahkàf, 29-31; bkz. Cin, 1-15.
[10] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 212; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 237.
[11] Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.