(Hicret’in 5. senesi. Milâdî 627)
Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesi’nde düşman tarafından sarılan Medine’yi Müslümanlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.[1]Fakat bunu yapmadılar; üstelik, anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle iş birliğine giriştiler; Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve “Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed’le aramızda ne ahit vardır, ne de akd!” dediler; hatta daha da ileri giderek, Peygamber Efendimiz için küstahça ağır sözler bile sarfettiler.[2]Bununla da yetinmediler: Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman aile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne kalkıştılar. Bu hareketleriyle, Müslümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nankörlük ve hıyanetti.
Hendek Muharebesi’nde on bini bulan düşman ordusu, büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müşrikler yanında yer alan Kurayzaoğulları da, hayal kırıklığı içinde, Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam kalelerine çekilmişlerdi.
Giriştikleri haince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem’in her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı!
Hz. Cebrail’in Getirdiği Emir
Nitekim Müslümanlar, Medine’ye henüz yeni dönmüşlerdi ki Cebrail (a.s.), Resûl-i Ekrem’e şu emri getirdi:
“Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana, Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor!”[3]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitirmişti. Derhal Hz. Bilâl’i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti:
“İşiten ve Allah’ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yurdunda kılsın!”[4]
Bu daveti duyan Müslümanlar bir anda toplandılar.
Peygamber Efendimiz, sancağı Hz. Ali’ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı; Abdullah b. Ümmü Mektum’u ise, Medine’de yerine imam bıraktı.[5]
İslam ordusu üç bin kişiden ibaretti. İçlerinde otuz altı süvari vardı. Ordu, Resûlullah’la olan anlaşmasını en nâzik bir zamanda bozan, vatana hıyanet eden, düşmanla iş birliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hakettikleri cezayı vermek üzere yola çıkıyordu.
Hz. Ali’nin Benî Kurayza Yurduna Varması
Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali, Kurayzaoğulları kalelerine yaklaşarak, sancağı kalenin dibine bıraktı. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş sözler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır lâflar ediyorlar, ileri geri küstahça konuşuyorlardı. Bu davranışlarıyla, giriştikleri hainlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.
Hz. Ali, sancağı bir başka sahabeye teslim ederek geri döndü. Yolda Peygamber Efendimizi karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemiyordu:
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Şu şirret adamların yakınına kadar varmasan olmaz mı?”
Resûl-i Ekrem, “Neden?” diye sordu.
Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nâhoş sözleri tekrarlamaktan utanıp sustu.
Peygamber Efendimiz, “Herhalde, sen onlardan, beni üzecek birtakım sözler işitmişsindir” deyince, Hz. Ali, “Evet yâ Resûlallah…” diye karşılık verdi.
O zaman Peygamber Efendimiz, şöyle buyurdu:
“Mûsa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü! Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin sözlerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!”[6]
Peygamberimizin, Benî Kurayza Yahudileriyle Konuşması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kalelerinin dibine kadar vardı; oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara, “Ey Allah’ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olanların kardeşleri! Allah sizi hor, hakir kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize indirdi mi? Demek ki siz, bana kötü söz söylediniz! Öyle mi?” diye seslendi.
Yahudi ileri gelenleri, süt dökmüş kediye dönmüşlerdi.
“Yâ Ebâ’l-Kàsım! Sen, sözünü bilmezlerden değildin! Mûsa’ya indirilmiş olan Tevrat’a yemin ederiz ki biz sana hiçbir kötü lâf sarfetmedik” diyerek söylediklerini inkâr ettiler.[7]
Benî Kurayzaların Muhasaraya Alınması
Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler; Peygamber Efendimiz ve mücahitleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek lâflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp mukavemet edeceklerinin ifadesiydi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, önce mücahitlere onları oka tutmalarını emretti. Mücahitler, onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.
Münafıkların, Benî Kurayzalara Cesaret Vermesi
Görünüşte Hz. Resûlullah’ın ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatte ise daima İslam düşmanlarıyla gizliden gizliye iş birliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına da gizlice şu haberi gönderdiler:
“Sizler teslim olmayınız! ‘Medine’den çıkıp gidin’ deseler de çıkıp gitmeyiniz! Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız, hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz.”
Haliyle, gizlice gelen bu haber, Kurayzaoğullarına bir cesaret verdi. Karşı koymaya devam ettiler.
Muhasaradan Sıkılıp Barış İstemeleri
Peygamber Efendimiz, her şeye rağmen muhasarayı kaldırmıyordu; Müslümanları da cihada ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edici konuşmalar yapıyordu.
Benî Kurayzalar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Münafıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince, bütün bütün mânevîyatları sarsıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine, görüşme isteğinde bulundular. Resûl-i Ekrem Efendimiz isteklerini kabul etti.
Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nebbâş b. Kays’ı gönderdiler.
Nebbâş, “Yâ Muhammed!” dedi. “Benî Nadîr Yahudilerinin teslim oldukları gibi kanımızı dökme; mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hâriç olmak üzere, her aile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsaade et!”
Peygamber Efendimiz, “Hayır! Bu teklifi kabul edemem!” buyurdu.
Bunun üzerine Nebbâş, ikinci teklifi yaptı: “Öyle ise, kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. Malları olduğu gibi bırakalım!”
Peygamber Efendimiz, “Hayır!” dedi. “Kayıtsız şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!”
Nebbâş, me’yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup bitenleri olduğu gibi anlattı.
Ka’b b. Esed’in Teklifleri
Ka’b b. Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı:
“Ey Yahudi topluluğu!” dedi. “Görüyorsunuz ki bir felâketle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.”
Benî Kurayzalar, merakla, “Nedir o tekliflerin?” diye sordular.
Ka’b tekliflerini sıralamaya başladı:
“Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul edelim!
“Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş kitabımızda sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamber olduğu sizce de malum olmuştur! Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur!
“Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duyduğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayışıdır! Hâlbuki, bu, Allah’ın bileceği bir iştir!
“İbni Hıraş’ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, ‘Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeçeği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka bir şeyi bulunmayan bir yere geldim’ demişti. ‘Bununla neyi kastetmek istiyorsun?’ diye sorulunca da, o, ‘Mekke’den bir peygamber çıkacaktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer benden sonra gelirse, ona karşı hile ve aldatma yoluna başvurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olunuz’ dememiş miydi?”
Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır…” dediler. “Biz, bizden başkasına tâbi olmayız! Biz, kitap sahibi bir cemaatiz!”
Kâ’b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:
“O halde, size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim! Ta ki arkamızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp Muhammed’le ashabının üzerine yürüyelim! Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok; şayet galip gelirsek, yeniden evlenir, evlatlar yetiştiririz!”
Kurayzaoğulları, bu teklifi de uygun görmediler.
O zaman Ka’b, üçüncü teklifini arz etti.
“Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulunmayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz!”
Kurayzaoğulları, bu teklife de şu cevabı verdiler:
“Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz? Bizden önce, Sebt (Cumartesi) gününe hürmetsizliklerinden dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği bir şeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?”
Kâ’b’ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu:
“İçinizden hiç kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir!”[8]
Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı: Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftan da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Buna dayanamadılar. Yaptıklarından son derece pişman oldular.
Sa’yeoğulları Esid’le Sa’lebe’nin Müslüman Olmaları
Bu sırada iki kardeş olan Sa’lebe ile Esid b. Sa’ye, ortaya çıkıp, Kurayzaoğullarına nasihatte bulundular. “Ey Kurayzaoğulları! Vallahi, siz gayet iyi biliyorsunuz ki Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onun vasıflarını bize hem kendi âlimlerimiz, hem de Benî Nadîr âlimleri söylemişlerdir. Onlardan biri, hepimizin çok sevdiği İbni Heyyiban’dı. O, öleceği sırada, bu peygamberin sıfatlarını bize haber vermişti” dediler.
Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir!” diyerek hakkı bile bile inkâr ettiler.
Fakat Sa’yeoğulları, söylediklerinden vazgeçmediler. Bu inançlarını pervasızca tekrarladılar.
“Vallahi” dediler. “Bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah’tan korkunuz da, ona iman ediniz!”[9]
Kurayzaoğulları, kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Peygamber Efendimizin nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görünmüyorlardı.
Bunun üzerine, iki delikanlı olan Sa’lebe ve Esid’le amcalarının oğlu olan Esed b. Ubeyd, kaleden inip, Müslüman oldular.[10]
İbni Heyyiban, Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslam’ın gelişinden iki yıl önce Benî Nadîr Yahudilerine gelip misafir olmuştu. Aralarında bir müddet yaşadıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefat edeceğini anlayınca, “Ey Yahudi cemaati! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?” diye sormuştu.
Yahudiler, “Sen, daha iyi bilirsin!” demişlerdi.
Bunun üzerine İbni Heyyiban, geliş maksadını şöyle anlatmıştı:
“Ben, bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yaklamış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi görmeye geldim! Umarım ki o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım. Ey Yahudi cemaati! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız.”[11]
Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müjdeleyen İbni Heyyiban, umduğuna erme imkânı bulamadan orada hayata gözlerini yummuştu.[12]
Hakem Tayin Edilmesi
Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak, teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimizden bir hakem tayin edilmesini istediler. Resûl-i Ekrem, “Ashabımdan istediğinizi hakem seçiniz!” buyurdu.
Kurayzaoğulları, “Biz, Sa’d b. Muaz’ın vereceği hükme göre teslim oluruz” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Pekâlâ! Sa’d b. Muaz’ın hükmüne göre teslim olunuz” buyurdu.[13]
Hendek Muharebesi’nde yaralanan Hz. Sa’d b. Muaz, o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevî’de kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Resûlullah’ın huzuruna getirdiler.
Efendimiz, “Ey Sa’d! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla!” buyurdu.
Hz. Sa’d, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben iyi biliyorum ki Allah, sana, onlara yapacağın muamele hakkında bir emir vermiştir. Sen, Allah’ın sana emrettiğini yap!”
Peygamber Efendimiz, “Evet, öyledir! Fakat sen de onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla!” dedi.
Hz. Sa’d, “Yâ Resûlallah! Onlar hakkında, Allah’ın hükmüne uygun hüküm veremem, diye korkuyorum!” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz ısrar etti: “Sen, onlar hakkında hükmünü ver!”[14]
Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu sebeple, Hz. Sa’d, onlardan söz almak istedi.
“Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah’ın ahd ve misakı ile söz veriyor musunuz?” diye sordu.
Evsliler, “Evet, söz veriyoruz!” dediler.
Hz. Sa’d’ın, hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimizden de bu hususu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, bazı sahabelerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa’d, Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, bizzat ismini zikredip sormaktan hayâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek, “Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah’ın ahd ve misakı ile sizin gibi söz veriyor mu?” diye gaib sigasıyla sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet…” diye cevap verdi.
Bundan sonra Hz. Sa’d’ın emri üzerine, Kurayzaoğulları kalelerinden indiler, silahlarını bırakıp teslim oldular.
Hüküm
Hz. Sa’d b. Muaz, bütün bunlardan sonra hükmünü şöyle açıkladı:
“Ben, onlar hakkında bülûğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına, malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim!”
Peygamber Efendimiz, Hz. Sa’d’ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, “Sen, onlar hakkında, Allah Teâlâ’nın yedi kat gökler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin!” buyurdu.[15]
Hakikaten de, Hz. Sa’d b. Muaz’ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Mûsa’nın şeriatındaki hükme uygundu. Tevrat’ta bu hüküm şöyle açıklanmıştır:
“Bir şehre harp için yaklaştığında, onu sulha davet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmin hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler. Lâkin, eğer, seninle musalaha etmeyip harp ederse, onu muhasara edesin. Ve Allah’ın (Rab), onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçiresin! Ama kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah’ın (Rabbin) sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini yiyesin.”[16]
Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat’ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine verilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.
Peygamber Efendimizin emriyle, bülûğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine’ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri “Beytü’l-Mâl”e, yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı mücahitler arasında pay edildi.
Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında kaleden aşağı taş bırakarak bir sahabenin şehit olmasına sebep olan Nübate adındaki bir kadına da kısas uygulandı.
Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslümanlara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören sahabeler, onların affını isteyince, Resûl-i Ekrem de onları affetti.
Böylece, Medine’nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Resûlullah ve Müslümanlar, bu hadiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.
HİCRET’İN 5. SENESİNİN MÜHİM DİĞER BAZI HADİSELERİ
Müzeynelerin Müslüman Olmaları
Medine yakınlarında ikamet etmekte olan Müzeyne kabilesinden on kişilik bir heyet, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurunda Müslüman oldu.
Heyetin başında Huzaî b. Abdi Nühm bulunuyordu.
Huzaî, Müslüman olup Peygamber Efendimize bîat edince, yurduna döndü ve kavmini Müslüman olmaya davet etti. Müzeyneler, “Biz senin sözüne itaat ederiz” diyerek Müslüman oldular ve Medine’ye bir heyet gönderdiler.
Hicret’in 5. yılı Receb ayında Müzeynelerin Mudar kolundan Müslüman olmak üzere Medine’ye gelenlerin sayısı dört yüzdü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onları yurtlarında ikamet etmelerine rağmen muhacirler sınıfından saydı ve “Siz nerede olursanız olunuz, muhacirsiniz. Muhacirlik şerefini hakettiniz. Mallarınızın başına dönünüz” buyurdu.
Bu emir üzerine, Müzeyneler yurtlarına döndüler.[17]
Selmân-ı Fârisî’nin Kölelikten Kurtarılması
Selmân-ı Fârisî Hazretleri, daha önce Yahudilerin kölesi idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün kendisini çağırarak, “Ey Selman! Kendini kölelikten kurtarmak için, efendinle pazarlık yaparak anlaş” dedi.
Hz. Selman, efendisine durumu arz edince, o, “Üç yüz hurma fidanını diker ve ayrıca kırk ukiyye [1.600 dirhem] altın verirsen azat ederim” dedi.
Bunun üzerine Hz. Selman, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına gelip durumunu arz etti.
Peygamber Efendimiz, ashabına, “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu.
Bu emir üzerine sahabeler, bir anda kendi aralarında gerekli olan üç yüz hurma fidanını topladılar.
Hurma fidanları toplanınca Peygamber Efendimiz, “Ey Selman! Git de şu fidanlar için çukurlar kaz! Bitirince de gelip bana haber ver. Ben onları kendi elimle dikeyim!” diye ferman etti.
Sahabelerin de yardımıyla Hz. Selman çukurları kazıp bitirince, Efendimize haber verdi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat mübarek eliyle, biri müstesna, diğer bütün hurma fidanlarını dikti. O sene zarfında Efendimizin diktiği bütün fidanlar hurma verdi. Yalnız, başkasının diktiği bir tek fidan hurma vermedi. Peygamber Efendimiz onu da çıkardı, yeniden dikti; o da meyve verdi.
Böylece, Hz. Selman, Benî Kurayza Yahudilerinden olan efendisine hurma ağaçları borcunu ödemiş oldu.[18]
Hurma ağacı borcunu ödeyen Hz. Selman’ın sadece altın borcu kalmıştı.
Bunu da bizzat Hz. Selman şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.), gazâların birinden tavuk yumurtası kadar bir altın külçesi getirmişti. Beni huzuruna çağırttı ve ‘Ey Selman! Bunu al, borcunu öde’ buyurdu.
“Ben, ‘Yâ Resûlallah…’ dedim, ‘Bu kadarcık altın parçasıyla borcum ödenmez ki!’
“Külçeyi eline alıp tükürüğünü sürdü ve ‘Al bunu! Allah, senin borcunu bununla ödeyecektir!’ buyurdu.
“Bunun üzerine ondan alacaklıya tartıp tartıp verdim. Borcum olan kırk ukiyyeyi [1.600 dirhem] verdikten sonra, o tavuk yumurtası kadar olan altın parçası eskisi gibi bana kaldı!”[19]
Ensardan Sa’d b. Muaz Hazretlerinin Vefatı
Sa’d b. Muaz Hazretleri, ensarın en üstün fazilete sahip şahsiyetlerinden biri idi.
Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle Medine’ye Kur’an öğretmek üzere geldiği zaman Müslüman olmuştu. Müslüman olduğunu duyan Abdü’l-Eşheloğullarından kadın erkek hepsi de o gün Müslüman olmuşlardı.
Bu kahraman ve fedakâr sahabe, Hendek Harbi’nde kolundan bir okla vurulmuş, kolunun damarı kesilmişti. Yarası ağır ve ızdırap verici idi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu kahraman sahabe yaralandığı zaman, ona, Allah rızası için yaralıların tedavisiyle meşgul olan ensar kadınlarından Rüfeyde adındaki hâtunun çadırında yer ayırtmıştı.
Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermesinden kısa bir müddet sonra bu ağır yarası tekrar deşildi ve çok geçmeden de Hicret’in 5. yılında otuz yedi yaşında şehiden vefat etti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz ve Müslümanlar, vefatından son derece müteessir oldular. Peygamber Efendimiz, “Sa’d b. Muaz’ın vefatıyla Arş-ı Âlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır bulundu!” buyurdu. Cenaze namazını da bizzat kendileri kıldırdı.[20]
Muğîre b. Şu’be’nin Müslüman Olması
Muğîre b. Şu’be, dört Arap dâhîsinden biri idi. Belli ve büyük meseleleri halletmede son derece mâhirdi. İri yarı ve heybetli bir zâttı.
Hendek Savaşı yılında Müslüman oldu ve muhacir olarak Medine’ye geldi.
Medine’de Zelzele ve Ay Tutulması
Hicret’in 5. yılında Medine’de zelzele oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz bunun üzerine, “Rabbiniz, sizi, râzı olacağı duruma döndürmek istiyordur. O halde siz de, O’nun rızasını dileyiniz” buyurdu.[21]
Resûl-i Kibriya Efendimizin bu ifadeleri, yeryüzü ile üzerinde yaşayan insanların hareketleri arasında münâsebetin bulunduğunu ortaya koyuyor ve dünyanın hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir altında deprendiğini beyan ediyordu!
Yine Hicret’in 5. yılı Cemaziyelahir ayında ay tutuldu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ay tutulması geçinceye kadar, husuf namazı kıldırdı.[22]
Küsuf ve husuf (güneş ve ay tutulması namazı) sünnettir. İki rekâttır. Rükû ve secdeleri, nâfile namazlarda olduğu gibi yapılır. Bu namazlar için ezan ve kamet okunmaz.
Ancak husuf namazı için, “es-Selâtü Câmiatün [Namaz için toplanınız]” diyerek seslenir.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir hitabelerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz ki güneş ve ay, hiçbir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar. Onlar, Allah’ın kudret ve azametini gösteren alâmetlerden iki alâmettir! Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, namaza durunuz!”[23]
Câhiliyye devrinde insanlar, “Güneş ve ay, ancak yeryüzü halkının büyüklerinden bir büyük için tutulur” bâtıl inancını taşırlardı.
Yukarıdaki mübarek sözleriyle Peygamber Efendimiz, Câhiliyye devri insanlarının bu bâtıl inançlarını değiştirmiş, güneş ve ay tutulmalarının Allah’a ibadet vakti olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu vakitlerde insanların, boş şeylerle değil, Allah’a ibadet ve taatle meşgul olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
Şurası da unutulmamalıdır ki ibadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve Allah’ın rızasıdır, faidesi ise ahirete âittir. Eğer namaz ve ibadetten dünyevî bir maksat niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz bâtıl olur. Bu sebeple, güneş veya ay tutulmaları halinde, onların açılması niyetiyle ve kasdıyla namaz kılınmaz. Belki, güneş ve ayın tutulması zamanları bu çeşit ibadetin vakitleri olarak bilinmeli ve sırf Allah’ın rızası kasdedilerek namaz kılınmalıdır.[24]
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 147-148.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 233; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 74; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1389.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 244.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 244-245; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 245; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 228; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 77.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 245.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 246-247.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 33.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 227-228.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 422.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 424-425.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 251; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 426; Taberî, Tarih, c. 3, s. 56.
[16] Tevrat, Tesniye, Bab 20×10-15.
[17] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 291-292.
[18] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 234-235; İsfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 218-219; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 135-136.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 235; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 185; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 277-278.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 263; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 433.
[21] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 22.
[22] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 628.
[23] Buharî, Sahih, c. 2, s. 23-24; Müslim, Sahih, c. 3, s. 28-36.
[24] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 31-33.