1 C
Bursa
24 Kasım 2024 Pazar
spot_img

Hz. İbrahim’in (a.s.) Hayatı

Hz. İbrahim’in (a.s.) Kısaca Hayatı – İbrahim Aleyhisselâm Kimdir?

Hz. İbrahim (a.s.) Babil’in doğusunda Dicle ve Fırat ırmakları arasındaki bölgede dünyaya geldi. Babasının adı Taruh’tur. Hz. İbrahim’in (a.s.) orta boylu, ela gözlü, güzel ve güler yüzlü, açık alınlı, ayak izlerine varıncaya kadar şekil ve şemailce Hz. Muhammed’e (s.a.v) en çok benzeyen insan olduğu nakledilir.

Hz. İbrahim (a.s.) “Halilullah” yani Allah’ın dostu olarak anılır. Hz. İbrahim’in (a.s.) diğer bir sıfatı da “Ebu’l-Enbiya” yani Peygamberler Babası’dır.

Oğulları Hz. İsmail’in (a.s.) soyundan Peygamber Efendimiz; Hz. İshak’ın (a.s.) soyundan da Benî İsraîl peygamberleri geldi.

Hanımları, Hz. İsmail’in (a.s.) annesi Hacer, Hz. İshak’ın (a.s.) annesi Sare validemizdir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) dinin adı Hanif’tir ve Müslüman olarak adlandırılır. Hz. İbrahim’e (a.s.) 10 sayfa suhuf indirildi. İbrahim Aleyhisselam Keldanî kavmine gönderildi.

Hz. İbrahim (a.s.) kendi heykelini yaptırıp taptıran Babil hükümdarı Nemrut’u Allah’ın dinine davet etti. Bu daveti kabul etmeyen Nemrut tarafından ateşe atıldı. Fakat ateş kendisini Allah’ın izni ile mucize olarak yakmadı.

Ateşe atılma hadisesinden sonra îman edenlerin rahat ibadet etmeleri, ayrıca Nemrut ve Keldanî kavminin üzerine gönderilecek azaptan muhafaza için İbrahim Aleyhisselam Babil’e, oradan da kardeşinin oğlu Lût, hanımı Sare ve bir mü’min topluluğu ile birlikte Urfa’nın güneyinde bir kasaba olan Harran’a hicret etti.

Keldani kabilesi toz halinde sivrisinek sürülüleri ile helak oldular. Nemrut ise bir sineğin beynine girmesi ile helak oldu.

Hz. İbrahim (a.s.) oğlu İsmail (a.s.) ile kurban imtihanından geçti ve insanlık kurban kesmeyi ondan öğrendi. Oğlu İsmail (a.s.) ile birlikte Kabe’yi inşa etti. Kabe’nin inşası sırasında Hz. İbrahim’in (a.s.) üzerine çıkıp duvar ördüğü ve üstünde insanları hacca davet ettiği kabul edilen taş veya onun bulunduğu yere Makam-ı İbrahim denildi.

Hz. İbrahim (a.s.) Kabe’nin inşasını tamamlayınca Cebrail (a.s.) gelip kendisine hac farîzasının nasıl yapılacağını öğretti. O da insanları hac ibadetine davet etti. Oğlu ile birlikte ilk hac farîzasını yerine getirdi ve insanlar hac yapmayı onlardan öğrendi. İnsanlık tarihinde ilk vakfı İbrahim Peygamber kurdu.

Hz. İbrahim’in (a.s.) adı Kur’an-ı Kerim’de 69 defa geçer. Kur’an’da 14. Surenin adı İbrahim Suresi’dir. Kur’an’da duası en çok nakledilen peygamber İbrahim Aleyhisselam’dır. Ülü’l-azm (En yüksek derecedeki) peygamberlerdendir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) 200 veya 175 yaşında vefat ettiği ve Kabe’de Makam-ı İbrahîm ile Zemzem arasındaki yerde defnedildiği rivayet edilir. Başka bir rivayete göre kabri Filistin’in el-Halil şehrinde Hz. Sare’nin yanındadır.

“Halilullah” yani Allah’ın dostu ve “Ebu’l-Enbiya” yani Peygamberler Babası diye anılan Hz. İbrahim’in (a.s.) ayrıntılı hayatı.

Hz. İbrahim’in (a.s.) Babası Kimdir?

Bir rivâyete göre, babası hâlis bir mü’min olan Târuh’tur. Târuh ve­fât edince, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın annesi, Târuh’un kardeşi olan Âzer ile ev­lenmiştir. Dolayısıyla, bir putperest olan Âzer, O’nun üvey babasıdır. Diğer bir rivâyette ise Taruh, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın babasının eski ismi­dir. Putperest olunca ismi Âzer olmuştur. İmâm-ı Süyûtî -rahmetullâhi aleyh- ise, İbn-i Abbâs’tan gelen bir rivâyete göre, Âzer’in, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın babası değil amcası olduğunu bildirmek­tedir.

Hz. İbrahim (a.s.) Hangi Kavme Gönderildi?

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Keldânî kavmine gönderilmiştir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra insanların en fazîletlisidir. Hak Teâlâ O’nu «Halîlim» (Dostum) diye taltîf buyurmuştur. Bu sebeple “Halîlu’r-Rahmân” olarak da anılır.[1]

Hz. İbrahim’e (a.s.) Kaç Suhuf Gönderildi?

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’a on suhuf indirilmiştir. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den naklettiğine göre bu sahîfelerde şu nasihatler ve ibretli sözler yer almaktaydı:

“Ey saltanat verilen, imtihan edilen ve aldanan kral! Ben seni dünyayı birbiri üzerine yığasın diye göndermedim, fakat mazlumun duâsını Ben’den geri çeviresin, mazlumu bana yalvarmak zorunda bırakmayasın diye gönderdim. Çünkü Ben, mazlumun duâsını kâfir de olsa geri çevirmem.”

“Akıl sâhibinin belli saatleri olmalı:

– Vaktinin bir bölümünü Rabbine duâ ve münâcâta,

– Bir kısmını Yüce Allâh’ın san’at ve kudreti üzerinde tefekküre,

– Bir kısmını geçmişte işlediklerinden ve gelecekte işleyeceklerinden kendisini hesâba çekmeye,

– Bir kısmını da helâlinden maîşetini kazanmaya ayırmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 167; İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 124)

Hazret-i İbrâhîm’in diğer bir sıfatı da “Ebu’l-Enbiyâ” (Peygamberler Babası)’dır. Oğulları İsmâîl -aleyhisselâm- ve İshâk -aleyhisselâm-’dır. İsmâîl -aleyhisselâm-’ın soyundan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; İshâk -aleyhisselâm-’ın so­yundan da Benî İsrâîl peygamberleri gelmiştir.

İbrahim İsmi Kur’an’da Geçiyor mu?

Hazret-i İbrâhîm’in ismi Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi beş sûrede altmış dokuz defa geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de O’nu metheden muhtelif isim ve sıfatlar yer almaktadır. Bu sıfatlardan bâzıları:

Evvâh (çok âh eden, niyâz eden),

Halîm (hilm sâhibi, yumuşak huylu),

Munîb (Allâh’a gönülden yönelen),

Hanîf (şirk ve dalâletten uzak durup tevhîd dînine sımsıkı sarılan),

Kânit (Allâh’a kulluk eden) ve

Şâkir (çok şükreden)’dir.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, maîşetini te’mîn maksadıyla kumaş ve elbise ticâretiyle uğraşmış, hicretinden sonra da çiftçilik yapmıştır.

Nemrud Nedir?

Keldânî kabîlesinin hükümdârı olan Nemrûd, ilk zamanlarda âdil ve insaflı bir kimse idi. Kavmi, yıldızlara ve putlara tapardı. Daha sonraları Nemrûd, saltanatı genişleyince kibre kapıldı ve heykellerini yaptırarak kavmine:

“–Ben de tanrıyım. Bana da tapın!” dedi.

Rivâyet edildiğine göre Nemrûd, birgün rüyâsında, gökte bir nûrun parladı­ğını ve onun, güneş ile ayın nûrunu söndürdüğünü gördü. Diğer bir rivâyette ise, rüyâsında bir kişinin gelerek kendisini tahtından indi­rip yere çarptığını görmüştü. Uyanınca telâşlandı. Müneccimleri saraya çağırarak rüyâsını anlattı. Onlar da:

“–Yeni bir din gelecek. O dîni getiren kimse de senin tahtını yerle bir edecek. O’na karşı tedbîrini al!” dediler.

Bunun üzerine Nemrûd’un şûrâsı, bu hâle mânî olmak için doğan erkek ço­cuklarının katline karar verdi. Bu sebeple o sırada yeni doğmuş bulunan yaklaşık yüz bin çocuk öldürüldü.

İşte o vakit İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın annesi de İbrâhîm’e hâmileydi. Doğum yaklaşınca kocası Âzer’e:

“–Sen puthâneye git ve orada bana duâ et! Eğer erkek doğurursam, sana getiririm. Kendin Nemrûd’a götürürsün. O da çocuğunu katleder. Böylece senin, onun yanında îtibârın artmış olur.” dedi.

Âzer puthâneye gittikten sonra İbrâhîm -aleyhisselâm- doğdu. Annesi hemen gizlice O’nu bir mağaraya yerleştirdi. Âzer eve dönünce de, ona çocuğun çok zayıf doğduğunu ve bu yüzden öldüğünü bildirdi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın annesi, Âzer evden gidince hemen çocuğun yanına gitti. O’nu emzirdi. Bundan sonra da fırsat buldukça hep böyle yaptı. Bâzen Hazret-i İbrâhîm’in parmaklarını emdiğini görürdü. Zîrâ Cebrâîl -aleyhisselâm-, O’nun parmaklarının arasından yağ, bal, süt ve hurma şırası akıtırdı.

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın çocukluk devresinin mağarada geçtiği, mağaradan çıktığında ise tevhîd inancını teblîğe başladığı rivâyet edilir.

Âyet-i kerîmede:

“Biz İbrâhîm’e daha önce rüşdünü vermiştik…” (el-Enbiyâ, 51) buyrul­maktadır.

Rüşd, hayrı ve doğru yolu bulmak, doğruyu eğriden ayırmak, hak yolunda sağlam ve sabırlı olmak, tam bir isâbetle dosdoğru gitmektir.

İbrâhîm -aleyhisselâm- “Allâh’tan başka ilâh yoktur, O benim Rabbimdir, O her şeyin Rabbidir.” dedikçe annesi ve babası Nemrûd’dan korkarak ağlarlar ve İbrâhîm’i ihtâr ederlerdi. Onların bu endişelerine karşılık Hazret-i İbrâhîm:

“–Benim hakkımda Nemrûd’dan hiç korkmayınız. Beni küçüklüğümde koruyan Allâh Teâlâ, büyüklüğümde de muhâfaza eder.” derdi. (İbn-i İyâs, Bedâyiu’z-Zuhûr, s. 84)

Rabbim Allah’tır!

Âzer, put yapıp satar ve onunla geçinirdi. Âzer’in diğer oğulları da, putları överek satarlardı. Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- ise, kendisine satması için Âzer’in verdiği putu, boynuna ip bağlayarak pazara götürür:

“Ne zarar ne de fayda veremeyen bu putları alan var mı?” diyerek alaylı bir şekilde seslenir, hiç kimse kendisinden put almazdı. Hakâret olsun diye onları yerlerde sürüklerdi. Sonra putun başını suya sokar:

“–Haydi çok susadın, biraz da sen iç!” derdi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Allâh’ın verdiği rüşd sâyesinde hiçbir kimsenin tâlim ve terbiyesi altına girmeden nice büyük ilâhî hakîkatlerin âşinâsı ve tevhîd yolunun kı­lavuzu oldu. O’nun genç yaşlarda başlayan Rabbini tanıma ve bunu kavmine teblîğ etme husûsiyeti, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılır:

“Gecenin karanlığı O’nu (İbrâhîm’i) kaplayınca O bir yıldız gördü. «Rabbim budur!» dedi. Yıldız batınca «Ben batanları sevmem!» dedi. (Daha sonra) Ay’ı doğarken görünce (yine) «Rabbim budur!” dedi. O da ba­tınca «Rabbim bana doğru yolu göstermezse, elbette yoldan sapanlardan olurum.» dedi. Güneş’i doğarken görünce de «Rabbim budur! Zîrâ bu daha büyük.» dedi. O da batınca dedi ki: «Ey kavmim! Ben sizin (Allâh’a) ortak koştuğunuz şey­lerden uzağım! Benim Rabbim, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allâh’tır! Ben hanîf[2] olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allâh’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.»” (el-En’âm, 76-79)

Bu âyet-i kerîmelerde ifâde edilen hakîkat; İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Allâh’tan başkasına tapan zavallılara, gittikleri yolun yanlış ve inançlarının bâtıl ol­duğunu göstermesidir. Nitekim Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- bir yıldız görerek: “Bu benim Rabbim olacak ha!” dedi. Evvelâ bir yıldızın, Rab olabileceğini uzak görerek etrafındakilere bir târizde bulundu. Çok geçmeden o yıldız batınca: “Ben, batanları sevmem.” diyerek ilâhlık ve kullukta sevginin en mühim esas olduğunu ve buna mukâbil batmanın ilâhlık delili değil, bilâkis yaratılmışlık ve yok olma delili olduğunu ifâde etmiştir. Bu sebeple de böyle varlıkları ilâh zannetmenin, sonu boşa çıkacak bir sapıklık olduğunu, Rabb’in zevâlden berî olan bir yaratıcı kudret olması gerektiğini anlatmıştır.

Ayrıca bu misâl, her akıl sâhibi kimsenin, tefekkür yoluyla kendisini yaratan Allâh’ın varlığı ve birliği hakkında gerekli bilgi ve îmâna kavuşabileceğini ortaya koymaktadır. Bu sebeple ehl-i sünnet ulemâsından bir kısmı, İslâm’ın ulaşmadığı insanların da kurtuluşa erebilmeleri için Allâh’ın varlığına ve birliğine inanmakla mükellef olduk­larını, ancak amel işleme yönünden mes’ûl tutulmayacaklarını ifâde etmişlerdir.

Tevhid’e Davet

İlâhî hakîkatleri idrâk ederek Rabbini bulan ve kendisine taraf-ı ilâhîden her­kese verilmeyen bir ilim bahşedilen Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-, tevhîde dâvete babası Âzer’den başladı. Ona yumuşak bir ta­vırla şöyle dedi:

“–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere ni­çin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırat-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahmân’dan bir azap dokunup da şeytana dost olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45)

Âzer ise kızarak:

“«–Ey İbrâhîm! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, and olsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl; git!» dedi.” (Meryem, 46)

Fakat İbrâhîm -aleyhisselâm-, Âzer’e yine yumuşak bir üslûbla mukâbele etti:

“İbrâhîm: «Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lutufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47)

Ve babasının affı için duâ etti. Ancak duâsı kabûl edilmedi. Çünkü babası Allâh düşmanıydı. İbrâhîm -aleyhisselâm- bunu iyice anladığında duâ etmekten hemen vazgeçti. Zîrâ kâfirlerin affı için değil, ancak hidâyetleri için duâ edilirdi. Kur’ân-ı Kerîm bu husûsu şöyle bildirir:

“Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akrabâ dahî olsalar, (Allâh’a) ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de mü’min­lere! İbrâhîm’in babası için af dilemesi (ise), sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Onun Allâh düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan (hemen) uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhîm, çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. (et-Tevbe, 113-114)

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın babası ve kavmi ile mücâdelesi, onlara gittikleri şirk yolunun yanlışlığını anlatması ve onları aklî ve mantıkî delillerle tevhîd inancına ısrarla dâvet etmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de tekrar tekrar ifâde edilmektedir. Bunlardan birinde Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın, îmân etmeyen babası ve kavmi ile şöyle konuştuğu beyân olunmaktadır:

“O, babasına ve kavmine: «–Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?» dedi. Onlar: «–Biz, babalarımızı bunlara tapan kimseler olarak bulduk.» dediler. (İbrâhîm:) «–Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesi­niz.» dedi. Kavmi ise: «–Bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyunbazlardan biri misin?» dediler. (Bunun üzerine İbrâhîm): «–Hayır, sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhidlik edenlerdenim.» dedi.” (el-Enbiyâ, 52-56)

Hz. İbrahim’in (a.s.) Putları Kırması

Keldânî kabîlesi senede bir gün toplanır, bayram yapardı. Âzer, Hazret-i İbrâhîm’e:

“–Sen de bugün bayram yapmak için bizimle gel!” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, yolda hastalığını mâzeret göstererek geri döndü. Puthâneye gitti. Orada gümüş, bakır ve ağaçtan yapılmış putlar vardı. Önlerine de, bereketlenmesi için yemekler konmuştu. En iri put, altından yapılmış bir tahtın üzerine oturtulmuştu. Sırma elbiseler giydirilip başına tâc konmuştu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, büyük putun dışındaki putların hepsini balta ile kırdı. Sonra da baltayı büyük putun boynuna astı. Akşam olunca Keldânî kabîlesi, bayram yerinden puthâneye döndüklerinde, gördükleri manzara karşısında büyük bir şaşkınlığa düştüler. Tahmin yürüterek:

“–Bu işi yapsa yapsa ancak İbrâhîm yapar!” dediler. Ardından hemen İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı bularak sordular:

“–Bu işi sen mi yaptın?”

İbrâhîm -aleyhisselâm- şöyle cevâp verdi:

“–Büyük put, kendisinden başkasına tapınılmasını istemiyordu. Bu sebeple diğerlerine kızgındı. Sonunda hepsini balta ile parçalayıp baltayı da omuzuna asmış olabilir. İsterseniz bir de kendisine sorun! Durumu size o anlatsın!”

Putperest halk:

“–Putlar konuşmaz!” dedi.

Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm- onlara:

“–O hâlde, nasıl olur da kendilerini bile koruyamayan şu âciz varlıklar, sizi korur? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.

Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

“O (İbrâhîm), gizlice onların tanrılarına sokuldu: «Yemez misiniz?» dedi. (Cevap gelmeyince) «Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?» dedi ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.” (es-Sâffât, 91-93)

“Sonunda (İbrâhîm) onları paramparça etti. Yalnız en büyüğünü, belki ona mürâcaat ederler diye bıraktı. (Putları kırılmış gören halk:) «–Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak ki o, zâlimlerden biridir.» dediler. (Bir kısmı:) «–Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhîm denilirmiş.» dediler. «–O hâlde O’nu hemen insanların gözü önüne getirin; belki şâhidlik ederler.» dediler. (Sonra İbrâhîm’i oraya getirtip:) «–Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhîm?» dediler. (O da:) «–Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi eğer konuşuyorlarsa onlara sorun!» dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) «–Zâlimler, siz­lersiniz sizler!»[3] dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: «–Sen bunların konuş­madığını pek âlâ biliyorsun!» dediler. İbrâhîm: «–Öyleyse, Allâh’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar veremeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?» dedi. Size de, Allâh’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıl­lanmaz mısınız?” (el-Enbiyâ, 58-67)

Putperest halk, Hazret-i İbrâhîm’in bu ifâdelerinden putları O’nun kırdığına iyice kanâat getirdi. Bedbaht putperestler, yapılan işi hazmedemediler ve şu taş parçalarının âcizliklerini görüp Hakk’a yöneleceklerine, Hazret-i İbrâhîm’e ateş püskürdüler:

(Bir kısmı:) «Eğer bir şeyler yapacaksanız, onu yakın ve böylece tanrılarınıza yar­dım edin!» dediler.” (el-Enbiyâ, 68)

Hz. İbrahim’in (a.s.) Ateşe Atılması

Putperestler durumu Nemrûd’a bildirdiler. Bunun üzerine Nemrûd, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı çağırttı.

Nemrûd’un huzûruna giren herkes, evvelâ ona secde ederdi. İbrâhîm -aleyhisselâm- ise, secde etmedi. Nemrûd, merak ve hiddetle sebebini sorunca da:

“–Seni ve beni yaratandan başkasına secde etmem!” dedi.

Nemrûd:

“–Senin Rabbin kim?” deyince, İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Benim Rabbim, dirilten ve öldüren Allâh’tır.” dedi.

Nemrûd:

“–Ben de diriltir ve öldürürüm.” dedi. Zindandan iki kişi getirtti. Birini öldürdü, diğerini ise serbest bıraktı. Sonra da:

“–Bak, ben de bu işi yapıyorum.” dedi.

Lâkin akılsız Nemrûd, diriltmenin rûh vermek; öldürmenin ise rûh almak ol­duğunu bilmiyordu. İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Benim Rabbim, güneşi doğudan doğdurur. Gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur!” dedi.

Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân buyrulur:

“Allâh’ın kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) vermesi sebebiyle şıma­rıp Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışmaya gireni (Nemrûd’u) görmedin mi! İşte o zaman İbrâhîm: «Rabbim hayat veren ve öldürendir!» demişti. O da: «Ben de hayat ve­rir ve öldürürüm.» demişti. İbrâhîm: «Allâh güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!» dedi. Bunun üzerine kâfir şaşırıp cevap veremez hâle geldi. Allâh zâ­limler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Bakara, 258)

Bu âyet-i kerîmede Nemrûd’un nankörlüğü, azgınlığı ve Cenâb-ı Hakk’a karşı îlân-ı harb ederek başkaldırışı bildirilmektedir. İmâm Beyzavî, yeryüzünde ilk ilâhlık iddiâ eden ahmağın Nemrûd olduğunu bildirmektedir. O, Allâh’ı inkâr etmiş, kendisine verilen mal-mülk karşısında şükredeceği yerde nankörlük etmiştir.

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Nemrûd’la görüşmesi husûsunda iki rivâyet vardır:

  • İbrâhîm -aleyhisselâm-, putları kırınca O’nu hapsettiler. Ateşe atılmak üzere Nemrûd’un huzûruna getirdiler.
  • Bir sene kıtlık olmuştu. Nemrûd, halkına gıdâ dağıtıyordu. Gıdâ verdiği kimseye de:

“–Rabbin kim?” diye soruyordu. Sıra İbrâhîm -aleyhisselâm-’a gelince O:

“–Benim Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir!” dedi.

Nemrûd, bu söze öfkelendi. Hazret-i İbrâhîm’e yiyecek vermedi. Ayrıca O’na nasıl bir cezâ verileceği husûsunda avanesini toplayıp onlarla istişâre etti. Henûn[4] adında bedbaht birisi:

“–O’nu büyük bir ateşte yakalım!” dedi.

Bu teklif kabûl edildi. Ateş için hazırlıklar başlatıldı. Bir ay odun taşındı. Câhil ve ahmak halk:

“–Bu insan, bizim putlarımıza karşı çıkıyor!” diye odun taşıma işinde seferber oldular. Dağ gibi odun yığıldı. Yakılan ateşin alevleri semâlara çıkıyordu. Harâretinden dolayı, kuşlar yakınından bile geçemiyordu.

Bütün hazırlıklar bitince halk, ateşin başına toplandı. İbrâhîm -aleyhisselâm- elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde oraya getirildi. Ancak o büyük peygamber “Halîl” olduğu için çok zor bir durumda olmasına rağmen büyük bir teslîmiyet ve tevekkül içinde idi. Gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu.

Nemrûd ve cemâati, O’nun ateşe nasıl atılacağını müzâkere ettiler. Nihâyet, mancınıkla atılmasına karar verdiler.

Yerdeki ve gökteki melekler, hayret içinde:

“–Aman yâ Rabbî! Sen’i en çok zikreden İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılıyor! O Sen’i bir an bile unutmayan bir peygamberdir! O’na yardım etmek için bize izin verir misin Allâh’ım?” diye yalvardılar.

Allâh Teâlâ’nın izin vermesi üzerine bir melek İbrâhîm -aleyhisselâm-’a geldi:

“–Rüzgârlar emrime verildi. Arzu edersen ateşi darmadağın edeyim!” dedi.

Diğer bir melek:

“–Sular emrime verildi. İstersen ateşi bir anda söndüreyim!” dedi.

Bir başka melek:

“–Toprak emrime verildi. Dilersen ateşi yere batırayım!” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm- ise, bu meleklere:

“–Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona râzıyım! Kurtarır ise, lutfundandır. Eğer yakar ise, kusûrumdandır. Sabredici olurum inşâal­lâh!” diye mukâbelede bulundu.

Mancınığa konup ateşe atılmak üzere iken de İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“Allâh bize yeter, o ne güzel vekîldir.” diyordu.

Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyet ettiğine göre İbrâhîm -aleyhisselâm- bu sözü, ateşe atılırken söylemiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu sözü, “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine Müslümanların îmânları artmış ve hep birlikte: “Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek, Allâh’a karşı eşsiz bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir. (Buhârî, Tefsîr, 3/13)

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- tam ateşe atılmak üzereyken Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve:

“–Bir dileğin var mı?” diye sordu. İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Evet, bir talebim var, fakat senden değil!” cevâbını verdi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a hayretle:

“–Niçin Allâh’tan kurtuluş istemiyorsun?” dedi.

O da:

“–Hâlimi O biliyor! Ateş kimin emri ile yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verdi. Şâir bu cevâbı; “Âgâh olunca hâle, hâcet mi kalır suâle!” şeklinde mısrâya dökmüştür.

Allâh Teâlâ, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın meleklerden bile müstağnî davranıp bütün talebini Hakk’a yöneltmesinden râzı olmuş, O’nu Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Sözünün eri olan (ahdine vefâ gösteren) İbrâhîm.” (en-Necm, 37) âyet-i kerîmesiyle senâ etmiştir.

Yine Cenâb-ı Hak, O’nu:

“Rabbi O’na «Teslîm ol!» deyince, derhal «(Bütün varlığımla) Âlemlerin Rabbine teslîm oldum!» dedi.” (el-Bakara, 131) âyet-i kerîmesi ile de, teslîmiyet timsâli olarak takdîm ve taltîf etmiştir.

İbrâhîm Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, O daha ateşin içine düşmeden Allâh Teâlâ, ateşe emretti:

“…Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69)

Bu emirle birlikte İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın düştüğü yer bir anda gülistâna döndü. Orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Bir rivâyete göre, Cennet’ten bir gömlek indirildi ve Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’a giydirildi. Bu gömlek, daha sonra İshâk -aleyhisselâm-’a, O’ndan Yâkûb -aleyhisselâm-’a, O’ndan da Yûsuf -aleyhisselâm-’a intikâl etti. Yâkûb -aleyhisselâm-’ın gözleri âmâ olduğu zaman, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gönderip de gözlerinin açılmasına vesîle olan gömlek, işte bu gömlek idi.

Rivâyete göre ateşe: “Ey ateş! İbrâhîm’e serîn ve selâmet ol!” emri geldiği zaman, yeryüzünde bütün ateşler belli bir müddet serin hâle gelmiştir.

Bu durum üzerine Nemrûd şaşırdı ve heyecanlandı:

“–Ey İbrâhîm! Gördüm ki senin ilâhın pek büyükmüş ve kendisinin kudret ve izzeti de seni zarardan koruyacak derecede imiş. Ey İbrâhîm! Senin Rabbin ne güzel bir Rabdir! Senin ilâhına şimdi dört bin sığır kurban edeceğim!” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm- da:

“–Sen sapıklıktan dönüp tevhîde gelmedikten sonra, kurbanlarının hiçbir kıymeti yoktur!” dedi.

Ancak Nemrûd:

“–Mülkümü ve saltanatımı fedâ edemem! Fakat yine de kurban keseceğim!” dedi.

Hakîkaten dört bin sığır kesti. İbrâhîm -aleyhisselâm- ile mücâdelesinden de vazgeçti. Lâkin hubb-i riyâset (baş olma sevdâsı), kibir, gurur ve inâdından dolayı îmân etmedi, bedbahtlardan oldu. Bir grup putperest ise, bu alenî mûcize karşısında îmân edip kurtuluşa erenlerden oldu.

Allâh Teâlâ’nın yardımıyla Nemrûd’un ateşinden sağ-sâlim kurtulan İbrâhîm -aleyhisselâm-, îmân etmeyenlere azâb-ı ilâhîyi hatırlattı:

“Dedi ki: «Siz, sırf aranızdaki dünyâ hayâtına has muhabbet uğruna Allâh’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbiri­nizi tanımamazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehen­nemdir ve hiç yardımcınız da yoktur.” (el-Ankebût, 25)

Hz. İbrahim’in (a.s.) Hicreti

Ateşe atılma hâdisesinden sonra Allâh -celle celâlühû- İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın ve O’na îmân edenlerin rahat ibâdet etmeleri, ayrıca Nemrûd ve Keldânî kabîle­sinin üzerine gönderilecek olan ilâhî azaptan da muhâfaza olunmaları için hicret et­melerini emir buyurdu. İbrâhîm -aleyhisselâm- ve kendisine tâbî olan mü’minler, kavimlerinden ayrılıp hicret etmeye karar verdiler. Cenâb-ı Hak onların bu durumunu methederek şöyle buyurmaktadır:

“İbrâhîm’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: «Doğrusu biz sizden ve Allâh’tan başka tapmakta olduklarınızdan uzak kimseleriz. Sizi (bâtıl dîninizi) inkâr ettik, artık siz sâdece Allâh’a îman edinceye kadar sizinle bizim aramızda ebedî olarak düşmanlık ve kin başlamıştır…»” (el-Mümtehine, 4)

Allâh Teâlâ böylece Halîli’ni ve mü’minleri selâmete çıkardı. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Lût da O’na îmân etmişti ve (İbrâhîm:) «Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sâhibidir.» dedi.” (el-Ankebût, 26)

“Biz O’nu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ül­keye taşıdık.” (el-Enbiyâ, 71)

Lût Peygamber, Hazret-i İbrâhîm’in kardeşinin oğludur. Peygamber olduğu dikkate alındığında, O’nun daha önce küfürde olup, sonra da îmân ettiği düşünüle­mez. Dolayısıyla Hazret-i Lût’un Hazret-i İbrâhîm’e îmân ettiğini bildiren âyette, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı ilk tasdîk edenin Lût -aleyhisselâm- olduğuna işâret edilmek­tedir.

  • Hz. İbrahim (a.s.) Kimlerle Hicret Etti?

İbrâhîm -aleyhisselâm- Bâbil’e, oradan da LûtSâre ve bir mü’min topluluğu ile birlikte Urfa’nın güneyinde bir kasaba olan Harran’a[5] hicret etti. Lût -aleyhisselâm- O’nun yeğeni, Sâre ise amcasının kızıydı.

Rabbinin emri mûcibince İbrâhîm -aleyhisselâm-, Sâre ile evlendi. Hazret-i Sâre, ahlâk-ı hamîde sâhibi sâliha bir kadındı. İbrâhîm -aleyhisselâm-’a karşı son derece itaatkâr idi.

Hz. İbrahim’in (a.s.) ve Firavun

İbrâhîm -aleyhisselâm-, daha sonra yine emr-i ilâhî üzerine zevcesi Sâre ile Şam’a, oradan da Mısır’a geçtiler. Lût -aleyhisselâm- da, peygamber olarak Sodom’a göç etti. (Sodom, Lût Gölü’nün bulunduğu yerdir. Altı üstüne çevrildiği için âyet-i kerîmede “mü’tefike” denilmiştir.)

Mısır’ı Firavun âilesi idâre ediyordu. Bunlar zâlim ve kibirli kimseler idi. Hududdan, yabancı ve güzel bir kadın şehre girdiği zaman hemen Firavun’a bildiri­lirdi. Evli ise kocası öldürülür, eğer erkek kardeşi var ise, kadın ondan istenirdi. İbrâhîm -aleyhisselâm-, yanında Sâre vâlidemiz olduğu hâlde hududdan ge­çince, yine saraya haber gitti. Cemâl sâhibi bir kadının Mısır’a girdiği bildirildi. Sâre vâlidemiz, İbrâhîm -aleyhisselâm-’dan soruldu. O da “dîn kardeşi” mânâsına “kardeşimdir” dedi. Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-’a dokunmadılar. Sâre’yi alıp saraya götürdüler. Bu hususla alâkalı olarak Buhârî’de geçen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Sâre saraya girince, hemen abdest alıp iki rekât namaz kılmak üzere huzûr-ı ilâhîye durdu. Namazı bitirince Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti:

«Ey Allâh’ım! Ben Sana ve Sen’in peygamberine inanmış, iffetimi de zevcimden başkasına karşı titizlikle korumuş bir kulun isem şu kâfiri bana musallat etme!»” (Buhârî, Buyu’, 100)

Firavun, Sâre’nin yanına yaklaşmak istedi. Birden nefesi kesildi. Felç oldu. Çünkü Allâh, Sâre’yi onun şerrinden korumaktaydı.

Firavun, korkusundan onu serbest bıraktı. Câriyesi Hacer’i de hediye olarak ona verdi. Buna hayret eden etrâfına:

“–Bu kadın bir cinnîdir. Benimle biraz daha kalsa, neredeyse helâk olacaktım. Zararından korunmak için ona Hacer’i verdim!” dedi.[6]

Cenâb-ı Hak biz kullarına sâlih amellerimizle kendisine tevessül etmemizi ve kendisinden sabırla yardım talep etmemizi emrederek şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler, namaz ve sabırla Allâh’tan yardım isteyiniz!..” (el-Bakara, 153)

Nitekim Sâre vâlidemiz de, namaz ve sabırla Allâh Teâlâ’ya yaptığı ilticâsının neticesinde kurtuluşa ermiştir.

Firavun’un kızı Hurya, Hazret-i Sâre’yi çok sevmiş ve ona bir miktar mücevherat hediye etmişti. İbrâhîm -aleyhisselâm- bunları görünce:

“–Bunları götür, geri ver, bunlar bize gerekmez.” dedi. Sâre onları geri götürdü. Hurya durumu babasına anlatınca Firavun buna şaşakaldı ve:

“–Muhakkak ki bunlar üstün ve şerefli bir kavimdirler. Temiz ve asâletli bir soydan gelmektedirler.” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Sâre ve Hacer ile birlikte Mısır’dan Filistin’e döndü­ler. Seb’ denilen ıssız, sessiz bir yerde konakladılar. İbrâhîm -aleyhisselâm- bir kuyu kazdı. Oradan berrak, şeffaf bir su çıktı. Bir müddet sonra yiyecekleri kal­madı. İbrâhîm -aleyhisselâm- şehre doğru yol almaya başladı. Biraz gittikten sonra yolda dü­şündü. Parası olmadığı için geri döndü. Sâre ve Hacer, birdenbire ümitsizliğe ka­pılmasınlar diye çuvalına kum ve çakıl doldurdu. Konakladığı yere bu şekilde döndü. Çok yorulmuştu. Çuvalı bırakıp hemen uyuyuverdi.

Sâre Hacer’e:

“–Çuvalı aç!” dedi.

Çuvaldakiler buğday olmuştu. Hemen onu öğütüp un yaptılar, ekmek pişirdi­ler. İbrâhîm -aleyhisselâm- uyandığında buna çok şaşırdı ve Rabbine şükretti.

Zamanla Seb’ beldesinde bereket arttı, Allâh’ın nîmetleri bollaştı. Gelip geçenler burada iskân ettiler ve kalabalıklaştılar. Fakat sonunda nankörlük ederek İbrâhîm -aleyhisselâm-’a, kendi açtığı kuyudan su vermek istemediler. Halîlullâh buna çok incindi. Bir peygamber gönlünün bu şekilde kırılması üzerine sular çe­kildi. Büyük bir susuzluk başladı. Zavallı gâfiller, bu durumu görünce çok pişman oldular. Gafletlerinden dolayı İbrâhîm -aleyhisselâm-’dan özür dilediler. Affedilmeleri için duâ etmesini ricâ ettiler. Çok halîm bir peygamber olan İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın, onların bu isteklerini kabûl edip de Hakk’a ilticâ etmesi üzerine rahmet-i ilâhî ile sular yeniden bollaştı.

Nemrûd ve Keldânî Kabîlesinin Helâkı

İbrâhîm -aleyhisselâm- Bâbil’e hicret ettikten sonra, gurur ve kibre kapılarak îmân etmeyen Keldânî kavmi üzerine toz hâlinde sivrisinek sürüleri indi. Putperestlerin kanlarını emdiler. O bedbahtlar, kurumuş insanlar hâline gelerek he­lâk oldular. Bir sinek de, Nemrûd’un burnundan girerek beynine geçti. Mağrûr Nemrûd, ağrısından dolayı durmadan başına tokmak vurdurdu. Nihâyet, hızla gelen bir tokmakla başı parçalandı.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“O’na (İbrâhîm’e) bir tuzak kurmak istemişlerdi; fakat biz onları, daha çok hüsrâna uğrayanlar hâline getirdik.” (el-Enbiyâ, 70)[7]

Nitekim dünyâ saltanatı ile kibir ve gurûra sürüklenen Nemrûd ve bedbaht kavim, bütün insanlığa ibret olmak üzere toz hâlindeki sinekler tarafından kanları emilerek “insan kuruları” hâline geldiler.

Kuşların Canlanması

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“Yâ Rabbî, ölüleri diriltmekteki kudret tecellîni dünyâ gözü ile görmeyi arzu ediyorum!” diye ilticâ etmişti.

Bu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

“İbrâhîm Rabbine: «–Ey Rabbim, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster!» demişti. Rabbi O’na: «–Yoksa inanmadın mı?» buyurdu. İbrâhîm: «–Hayır! İnandım, fakat kalbi­min mutmain olması için (görmek istedim.)» dedi. Bunun üzerine Allâh Teâlâ: «–Öyleyse dört tane kuş yakala, onları kendine alıştır, sonra (onları kesip parçala), her dağın başına onlar­dan bir parça koy! Sonra da onları kendine çağır; (bak nasıl) koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir.» buyurdu.” (el-Bakara, 260)

İbrâhîm -aleyhisselâm-, ölen bir canlının yeniden nasıl dirileceğini merak et­miş ve bunu kendisine göstermesini Rabbinden istemiştir. Allâh Teâlâ O’na âyette geçtiği gibi maddî bir misâlle cevap vermiş, ancak dirilişin mâhiyetini îzâh etmemiştir. Çünkü insanın bilgi kapasitesi, yeniden dirilme gerçeğini lâyıkıyla kavramaya elverişli değildir. Bundan önceki âyetlerde de geçtiği gibi peygamberlere verilen bu örnekler birer mûcizedir. Mühim olan, Allâh’ın bütün canlıları, özellikle insanı mutlaka diriltip hesâba çekeceğine kesinlikle îmân etmektir.

Şu da var ki, her şeye gücü yeten Allâh Teâlâ, bizzat kendisi dilediği şekilde dirilttiği ve hayat verdiği gibi, bunu kulları eliyle de gerçekleştirebilir. İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın elinde tahakkuk eden bu hâdise buna örnek olarak verilebilir. Şüphe yok ki,

“…Benim Rabbim hayat verir ve öldürür…” (el-Bakara, 258) diyen Hazret-i İbrâhîm “Ey Rabbim!” dediği zaman, “Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim!” demiş oluyor, “Ölüleri nasıl diriltirsin?” demekle de bir bakıma, “Bilirim Sen ölüleri diriltirsin, fakat bunu nasıl yaptığını bilmediğimden, acabâ Sen’in diriltme vasfın benim vâsıtamla da tahakkuk edebilir mi? Bana bunu göstermeni niyâz ediyorum.” demiş oluyordu. Cenâb-ı Hakk’ın “Ey İbrâhîm, yoksa inanmadın mı?” îkâzı üzerine Hazret-i İbrâhîm: “Hayır yâ Rabbî! Bilakis îmân ettim, Sen dilediğin zaman hayatı bana, bende gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin rahat etmesi için, o îmanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını dindirmek, îmandan yakînî (kesin) bilgiye, ondan da müşâhedeye geçmek için istiyorum.” dedi ve asıl maksadının, her türlü leke ve kusurlardan temizlenmiş bir kalb elde etmek olduğunu ve bu şekilde “makâm-ı hullete” (gönülden muhabbet ve dostluk makâmına) erip sonsuza dek Halîlullâh (Allâh’ın dostu) olarak kalmaktan ibâret bulunduğunu ortaya koydu.

Aklın ilk vazîfesi, Allâh’a îman etmektir. Fakat akıl her durumda bir kaynak, bir başlangıç noktası ve bir dayanak arar. Onu Hakk’ın izzetine teslîm edip O’nun sağlam kulbuna yapışmak ve hikmetine uymak gerekir.

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın, Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istemesine dâir birkaç rivâyet daha vardır. Saîd bin Cübeyr’in haber verdiğine göre Allâh Teâlâ İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı “Halîl” edinince, Cebrâîl -aleyhisselâm- bunu kendisine müj­deledi. İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Bunun alâmeti nedir?” diye sorunca, Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Allâh Teâlâ senin duânı kabûl eder. Duân ile ölüleri diriltir.” dedi. Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“Yâ Rabbî, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” diye niyâz etti.

Tefsîr-i Hâzin’de de şu açıklama mevcuttur:

İbrâhîm -aleyhisselâm-, dere kenarında bir hayvan ölüsü gördü. Onu, dere içinde iken su hayvanları yiyor, bir dalga ile sâhile vurunca da kara hayvanları yi­yordu. Halîlullâh bu karışık durumda, şu dağılmış parçaların nasıl toplanacağını dü­şündü. Bunun üzerine bu hâdise meydana geldi.

Ebussuûd Efendi’nin tefsîrinde ise şöyle anlatılır:

Nemrûd, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a:

“–Rûhları vermek sûretiyle diriltmeyi ve rûhları alıp kabzetmeyi gözünle gör­dün mü?” diye sormuştu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, sükût etmiş, hemen ardından kendisine bu ibretli hâdise gösterilmişti.

Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu vechile İbrâhîm -aleyhisselâm-, birer adet tavus, karga, güvercin ve horoz aldı. Dördünü de kesip parçaladı. Hepsini birbiriyle har­man etti. Dört parça hâlinde dört tepeye koydu. Sonra hepsini çağırdı. Onlar da he­men uçarak kendisine geldiler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında da diriltmeyi in­kâr eden Ubey bin Halef çürümüş bir kemik alıp elinde ufaladıktan sonra Rasûlullâh’a dönerek:

“–Allâh’ın, bu çürümüş kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” de­mişti.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Evet, Allâh seni tekrar diriltecek ve cehenneme koyacak!” buyurdular. (Kurtubî, el-Câmî, XV, 58; Vâhidî, s. 379)

Ardından şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“İnsan görmez mi ki, biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: «Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yarat­mayı gâyet iyi bilir.»” (Yâsîn, 77-79)

Müfessir Beyzavî’nin beyânına göre bu dört nevî kuşun seçilmesinin hikmeti de şudur:

Dünyâ süsüne ve zevklerine karşı muhabbeti azaltmak ve nefsin şehvetini kırmak lâzım geldiğine işâret için tâvus kuşu seçilmiştir. Şiddetli hücum, saldırganlık ve heyecâna sebep olan gazap kuvvetini dizginlemek gerektiğine işâret için kendisinde öfke sıfatı gâlip olan horoz tercih edilmiştir. Haset ve haysiyetsizlik gibi mezmum sıfatların önüne geçmek lâzım geldiğine işâret için bu hususta darb-ı mesel olan karga seçilmiştir. Nefsin hevâ ve hevesini izâle etmenin lüzûmuna işâret için de güvercin tercih edilmiştir. Dolayısıyla bu kıssada ebedî hayat ile ihyâ olmak isteyen bir kimsenin nefsinin arzularını terbiye etmesi, onları hayra istikâmetlendirmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın rızası yolunda kullanması gerektiği bildirilmektedir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) Hacer Validemizle Evlenmesi

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Sâre vâlidemizden çocuğu olmadı. Yaşları da hayli ilerliyordu. Sâre vâlidemiz, câriyesi olan Hacer’i âzâd edip İbrâhîm -aleyhisselâm-’la evlendirdi. Bu izdivacdan Hazret-i İsmâîl dünyâya geldi. Ve Muhammedî nûr İsmâîl -aleyhisselâm-’a intikâl etti. Sâre vâlidemiz ise, bu nûrun kendisinden intikâl edeceğini düşünmekteydi. Buna çok üzüldü. İbrâhîm -aleyhisselâm-’a Hacer vâli­demizi başka bir beldeye götürmesini söyledi. İbrâhîm -aleyhisselâm- da Allâh’ın emri ile Hacer vâlidemizi ve oğlu Hazret-i İsmâîl’i ıssız bir belde olan Mekke’ye götürdü. Cebrâîl -aleyhisselâm- ona rehberlik yapıyordu. Mekke’nin bulunduğu yere geldiklerinde:

“–Ey İbrâhîm âileni buraya iskân et!” dedi.

Hazret-i İbrâhîm:

“–Burası ne ziraate ne de hayvancılığa elverişlidir.” deyince Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Evet öyledir fakat burada senin oğlunun neslinden Ümmî Peygamber çıkacak ve «el-kelimetü’l-ulyâ: en yüce söz olan tevhîd» onunla tamamlanacaktır.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 164)

Bu hususta İmâm Buhârî Hazretleri’nin İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’dan rivâyeti şöyledir:

“İbrâhîm -aleyhisselâm-, Hacer vâlidemizi ve henüz onun emzirmekte olduğu İsmâîl -aleyhisselâm-’ı Mekke’ye götürdü. İleride fışkıracak olan «zemzem» kuyu­sunun yanında bir ağacın altına bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi koydu. Sonra geriye döndü. Hacer vâlidemiz arkasından seslendi:

«–Bizi buraya bırakmanı Allâh mı emretti?»

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

«–Evet!» diye cevap verdi.

Hacer vâlidemiz büyük bir tevekkül ve teslîmiyetle:

«–Öyleyse Rabbim bizi korur! Zâyî etmez!» dedi. İsmâîl -aleyhisselâm-’ın yanına döndü.

Hacer vâlidemiz ve İsmâîl -aleyhisselâm- gözden kaybolunca İbrâhîm -aleyhisselâm- ellerini açtı ve şöylece Rabbine yalvardı:

«Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Sen’in Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında ziraat yapılmayan bir vâ­diye yerleştirdim. Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki, bu nîmetlere şükrederler.» (İbrâhîm, 37) (Buharî, Enbiyâ, 9)

“«Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap! Halkından Allâh’a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle rızıklandır!» (İbrâhîm’in duâsını kabûl eden) Allâh bu­yurdu ki: «İnkâr edene gelince, onu (dünya nîmetlerinden) az bir süre faydalandırır, sonra da onu cehennem azâbına sürüklerim. Varılacak ne kötü bir yerdir orası!»” (el-Bakara, 126)

Allâh, inkâr edenleri de dünyâda rızıklandırmakta, dünyâ nîmetlerinden dile­dikleri gibi istifâde etmelerine imkân vermektedir. Şu hâlde dünyâ nîmetine nâiliyet, dindarlığa bağlı değildir. O, mü’mine de kâfire de verilir. Dünyâ nîmetleri, birer imtihan vesîlesidir. Hayırlı olup olmadıkları, neticesine bağlıdır. Servet ve iktidar, eğer kulluğa vesîle olmuş ise, o zaman bu, iki cihân saâdetidir. Fakat azgınlık ve sapıklığa sebep olmuş ise, ebedî hayâtı mahvetmiş, saâdet ye­rine felâket getirmiş olur.

Allâh -celle celâlühû- İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın yapmış olduğu duâyı kabûl etti. Bu duâ vesîlesiyledir ki, hac ve umre yapan mü’minlerin gönülleri bu beldeye karşı muhabbetle dolmakta ve rûhlar da, huzûr ve sükûna kavuşmaktadır. Bu belde-i tay­yibe, bereket olarak da hurmanın ve diğer meyvelerin çeşitleri ile dolup taşmaktadır.

Zemzem Suyu Hikâyesi

Ayrıca İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın bu niyâzı, oradan “zemzem” suyunun çık­masına da vesîle olmuştur:

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın getirdiği bir testi su bitmişti. Hacer vâlidemiz Safâ ve Merve tepeleri üzerinde yedi sefer koştu. Bu iki tepe arası dörtyüz metre kadar­dır. Hacer vâlidemiz bir taraftan koşuyor, bir taraftan da Hazret-i İsmâîl’e bakı­yordu. Orada değil bir insan, uçan bir kuş dahî yoktu. Hiçbir yerde hayat belirtisi gözükmüyordu. Hacer vâlidemiz, Merve tepesi üzerinde iken:

“–Sus ve iyice dinle!” diye bir ses işitti. Bu Cebrâîl’in sesi idi. Hacer vâlidemiz hemen sesin geldiği tarafa döndü. Cebrâîl -aleyhisselâm- devamla:

“–Siz herşeye kâdir olana emânetsiniz! Sakın mahvoluruz diye korkma! İşte şurası Beytullâh’ın yeri. O beyti şu çocukla babası yapacaklardır. Allâh -celle celâ­lühû- bu beytin sâhibini zâyî etmez!” dedi.

Hacer vâlidemiz bu hitâb üzerine oğlu İsmâîl’in yanına gitti. Gördü ki, İsmâîl -aleyhisselâm-’ın ayağının dibinden su fışkırıyordu. Büyük bir sevinç içerisinde Rabbine şükretti. Bitecek korkusu ile kumdan bir havuz yaptı. Suya da “Dur, dur!” mânâsına gelen “Zem, zem!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh, İsmâîl’in annesi Hacer’e rahmet eylesin! Eğer o zemzemi kendi hâline bırakıp suyun etrafını çevirmeseydi muhakkak ki zemzem, devamlı akan bir kaynak olurdu.” (Buhârî, Enbiyâ, 9)

Bir tevekkül ve teslîmiyetin semeresi olarak fışkıran bu su, kıyâmete kadar ümmete şifâ olarak devâm edecektir.

Böylece İbrâhîm -aleyhisselâm- ve Hacer vâlidemiz, teslîmiyetlerinin netîce­sinde büyük bir bereket elde etmiş oldular. Ayrıca bu bereketin diğer bir tezâhürü de, Hacer vâlidemizin “Safâ ile Merve” arasında yapmış olduğu “sa’y”in kıyâmete kadar yapılacak bütün hac ve umre ibâdetlerinde bir rükün olarak devâm etmesidir.

Ana-oğul, kurak ve ıssız olan bu beldede hayatlarına devâm ediyorlardı. Oradan geçen Cürhüm kabîlesi, bir kuşun sürekli bir yere doğru indiğini ve sonra tekrar havalandığını gördü. Bunun bir hayat emâresi olabileceğini düşünerek oraya iki kişi gönderdiler. Gelenler zemzem suyunu görünce, Hacer vâlidemizden:

“–Buraya yerleşebilir miyiz?” diye izin istediler.

Hacer vâlidemiz, “suya mülkiyet iddiâ etmemek” şartı ile izin verdi. Böylece Mekke’ye ilk yerleşen kabîle, Cürhümîler oldu.

Kurban İmtihanı

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-, Bâbil’den Şam’a giderken:

“«Ben Rabbime gidiyorum;[8] O bana doğru yolu gösterecek! Rabbim, bana sâ­lihlerden bir evlâd ver!» demişti.” (es-Sâffât, 99-100)

Burada, kalbden, yâni iç âlemden en yüce dosta doğru bir vuslat yolculuğu­nun yapıldığına işâret vardır. Devam eden âyet-i kerîmelerde Hazret-i İsmâîl’in müjdelenmesi ve kurban edilmesi hâdi­sesi şöyle anlatılır:

“İşte o zaman, biz O’na hilim sâhibi bir oğul müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası): «Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?» dedi. O da cevâben: «Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulur­sun!» dedi. Her ikisi de teslîm olup, (İbrâhîm) onu alnı üzerine yatırınca: «Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır.» diye seslendik. Biz oğluna bedel O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: «İbrâhîm’e selâm olsun!» dedik. (İşte) Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâ­fâtlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 101-111)

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-, Hacer vâlidemiz ile İsmâîl -aleyhisselâm-’ı Mekke’ye bıraktıktan sonra, Sâre vâlidemizin yanına dön­müştü. Arada bir onların yanına uğruyordu. Bir seferinde Mekke’de bir rüyâ gördü. Rüyâsında, âyette buyrulduğu gibi İsmâîl -aleyhisselâm-’ı kurban edi­yordu. İbrâhîm -aleyhisselâm- rüyâ şeytânî mi, Rabbânî mi diye şüphelendi. Ancak aynı rüyâ üç gün devam etti. Bu günler, hac mevsiminin tevriye, arefe ve bayramın birinci günü idi.

Bir rivâyette İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Allâh, bana bir oğul verirse, onu kurban edeceğim!” demişti. İşte bu sözü sebebiyle imtihâna tâbî tutulmuştu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Rabbinden gelen ilâhî emir üzerine Hacer vâlidemize, oğlu İsmâîl’i yıkamasını ve güzel kokular sürmesini; O’nu bir dostuna götüreceğini söyledi. Hazret-i İsmâîl’e de yanına bir ip ve bıçak almasını tenbih etti ve:

“–Oğlum, Allâh rızâsı için kurban keseceğim!” dedi.

Arafatta hacıların vakfeye durduğu yere doğru yol almaya başladılar. Bu sı­rada şeytan, insan kılığında Hacer vâlidemizin yanına geldi ve O’na:

“–İbrâhîm, oğlunu nereye götürüyor biliyor musun?” dedi.

O da:

“–Dostuna götürüyor.” cevâbını verdi.

Şeytan:

“–Hayır, kesmeye götürüyor.” dedi.

Hacer vâlidemiz:

“–O oğlunu çok sever!” diye mukâbele etti.

Şeytan devamla:

“–Allâh emrettiği için boğazlayacakmış!” deyince Hacer vâlidemiz:

“–Eğer Allâh -celle celâlühû- emretti ise güzel bir şeydir. Tevekkül ederiz.” dedi.

Şeytan, Hacer vâlidemizi aldatamayınca İsmâîl -aleyhisselâm-’ın yanına gitti. Bu sefer de O’na sordu:

“–Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?”

İsmâîl -aleyhisselâm-:

“–Dostuna ziyârete.” dedi.

Şeytan:

“–Hayır, seni kesmeye götürüyor. Rabbinin kendisine böyle emrettiğini zan­nediyor!” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i İsmâîl:

“–O emretmiş ise, bunu seve seve yerine getiririz!” diyerek şeytanı kovdu. Onu taşladı.

Şeytan İsmâîl -aleyhisselâm-’ı da kandıramamıştı. Bu sefer İbrâhîm -aleyhisselâm-’a döndü:

“–Ey ihtiyar! Oğlunu nereye götürüyorsun? Şeytan seni rüyâda kandırmış! O rüyâlar şeytânîdir.” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Sen şeytansın! Hemen yanımızdan uzaklaş!” dedi. Eline yedişer tane taş aldı ve şeytanı üç ayrı yerde taşladı. İşte hacda kıyâmete kadar rükün olarak devâm edecek olan şeytan taşlama, bu şekilde başladı. Bu hâl, onların tevekkül ve teslîmiyetlerinin bir nişânesi olarak üm­mete nümûne oldu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, İsmâîl -aleyhisselâm-’la birlikte Mina’dan Arafat’a doğru giderlerken semâdaki melekler oldukça heyecanlandılar. Hayretle birbirlerine:

“Sübhânallâh! Bir peygamber bir peygamberi kurban etmeğe götürüyor!” dediler.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, oğlu Hazret-i İsmâîl’e bu işin hakîkatini anlattı:

“–Ey oğlum! Rüyâmda seni kurban etmekle emrolundum.” dedi.

İsmâîl -aleyhisselâm-:

“–Babacığım, bunu sana Allâh mı emretti?” diye sordu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Evet!” dedi. Bunun üzerine İsmâîl -aleyhisselâm-:

“–Babacığım! Sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulacaksın!” dedi. Canını fedâ etmeye hazır olduğunu bildirdi. Babasını ferahlatan bu ifâdelerden sonra da:

“–Ey babacığım! Nemrûd seni ateşe attığı zaman sabrettin. Allâh -celle celâ­lühû- senden râzı oldu. Ben de kurban edilmeye râzıyım. İnşâallâh beni sabredici bulacaksın. Senden ayrılınca Rabbime; dünyâ nîmetlerinden ayrılınca Cennet’e ka­vuşacağım! Benim üzüntüm, elinle kurban edeceğin evlâdının acısını hayat boyu unutamamandır. Ey babacığım! Keşke daha evvel bildirseydin de annemle de vedâ­laşsaydık!” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Oğlum, annenin îtirâzından çekindim!” dedi.

O sırada İsmâîl -aleyhisselâm-, henüz yedi veya onüç yaşlarındaydı.[9]

Rivâyet edildiğine göre:

“Allâh Teâlâ, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a yer ve gökleri gösterdiği vakit, İbrâhîm -aleyhisselâm-, Allâh’a karşı isyân etmekte olan birini gördü. Ve Allâh’a onu helâk etmesi için duâ etti. Allâh Teâlâ, onu helâk etti. Başka bir âsîyi gördü. Onun için de bedduâ etti. O da helâk oldu. Bir başka isyânkârı daha gördü; onun da helâk olmasını diledi; o da helâk oldu. Böylece birkaç kişi helâk edildi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a şöyle vahiy buyurdu:

“–Ey İbrâhîm! Muhakkak Sen duâsı müstecâb bir kimsesin! Kullarımın helâki için Bana duâ etme! Zîrâ onların benim yanımda üç husûsiyeti vardır:

  • Kul, yaptıklarına belki tevbe eder; Ben de tevbesini kabûl ederim.
  • Veya onun zürriyetinden Beni zikredecek bir nesil çıkar.
  • Yahud da kıyâmet günü istersem onu affederim, istersem cezâlandı­rırım.”

Beyân edilir ki, Allâh Teâlâ’nın İbrâhîm -aleyhisselâm-’a oğlunu kurban et­mesini emir buyurmasının bir sebebi de, yukarıdaki hâdisede olduğu gibi Hazret-i İbrâhîm’in âsî kullara karşı galîz olup, onlar hakkında az merhametli bulunmasıdır.

Diğer bir rivâyette şöyle zikrolunur:

“Böylece Biz, İbrâhîm’e semâvât ve arzın hükümranlı­ğını, acâib ve garâibini gösterdik.” (el-En’âm, 75) buyrulduğu vechile İbrâhîm -aleyhisselâm-, her gece göğe çıkarılırdı. Yine bir gece semâya çıkarılmıştı. Kötü ameller işleyen bir günahkârı gördü ve şöyle dedi:

“–Ey Allâhımız! Bu adam Sen’in rızkını yiyor, Sen’in arzın üzerinde yürüyor ve buna rağmen yine de emirlerini yapmıyor. Onu helâk et!”

Allâh Teâlâ da o kimseyi helâk etti. Başka bir günahkârı gördü, onun da he­lâkine duâ edince kendisine şöyle nidâ olundu:

“–Ey İbrâhîm! Kullarımın helâki için bedduâ etmekten vazgeç! Onlara mühlet vererek yavaş yavaş davran! Çünkü Ben onların isyânlarını dâimâ görüyo­rum da yine helâk etmiyorum!”

İbrâhîm -aleyhisselâm-, yere indiğinde Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen rüyâ kendisine gösterildi. Evlâdının büyük bir teslîmiyet içerisinde: «Emrolunduğunu yerine getir ba­bacığım!» demesinden sonra Halîlullâh, oğlunu kesmek için hazırlandı ve eline bı­çağı alarak şöyle söyledi:

“–Ey Allâh’ım! Bu benim oğlumdur. Kalbimin meyvesidir ve bana insanların en sevgilisidir.”

Bu arada şöyle bir nidâ işitti:

“–Sen benim kulumun helâk olmasını istediğin geceyi hatırlıyor musun? Senin oğluna şefkatli olduğun gibi, benim de kullarım için şefkatli ve merhametli olduğumu bilmiyor musun? Sen Ben’den kulumu helâk etmemi istemiştin. Şimdi Ben de Sen’den oğlunu kesmeni istiyorum!” (Ramazanoğlu M. Sâmî, İbrâhîm -aleyhisselâm-, s. 44-46)

Allâh’ın emri üzerine kurban edilecek olan İsmâîl -aleyhisselâm-, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a şöyle dedi:

“–Ey babacığım! Birkaç talebim var:

  • Ellerimi ve ayaklarımı iyi bağla ki can acısı ile çırpınıp bir kusûr etmeye­yim.
  • Eteklerini topla ki, üzerine kanım sıçramasın.
  • Bıçağın bileyli olsun ki, can vermek kolay olsun! Hem de senin işin çabuk görülür.
  • Bıçağı çekerken yüzüme bakma! Belki babalık şefkati ile merhamet göste­rirsin de dayanamayıp Allâh’ın emrini geciktirirsin.
  • Gömleğimi anneme götür! Tesellî bulsun! Ona; «Oğlun şefâatçi olarak Allâh’a gitti.» dersin!”

İbrâhîm -aleyhisselâm-, bu sözleri dinlerken gözlerinden yaşlar boşandı. Çok ağladı ve:

“–Yavrucuğum sen bana Allâh’ın emrettiği şey hakkında ne güzel yardımda bulundun!” dedi. Sonra ellerini açarak:

“Yâ Rabbî, bana bu hâlimden dolayı sabır ver! İhtiyarlığım sebebi ile bana rahmet et!” diye duâ etti.

İsmâîl -aleyhisselâm- da:

“Yâ Rabbî, bu işte bana sabır ve tahammül ver!” diye duâ etti.

İsmâîl -aleyhisselâm- daha sonra:

“–Babacığım, gök kapıları açıldı. Melekler hayretler içinde Allâh’a secde edi­yorlar: «Yâ Rabbî, senin rızân için bir peygamber bir peygamberi kesmek üzere… Sen onlara merhamet et!» diye niyâz ediyorlar.” dedi.

Ardından:

“–Babacığım, muhabbetin şartı, emri geciktirmemendir! Haydi emrolundu­ğunu yerine getir!” diyerek babasına metânet verdi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, İsmâîl -aleyhisselâm-’ı yatırdı:

“–Ey yavrucuğum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun! Tekrar görüşmek kıyâ­mette olur!” dedi. Bıçağı kuvvetlice İsmâîl –aleyhisselâm-’ın boğazına çekti. O anda Allâh Teâlâ, Cebrâîl’e:

“–Yetiş! Bıçağı çevir!” buyurdu. Cebrâîl -aleyhisselâm-, bir anda Sidre’den gelip bıçağı çevirdi. İbrâhîm -aleyhisselâm- ise, yine kuvvetlice bıçağı çekti. Bıçak bu sefer de kesmedi.

Allâh -celle celâlühû-:

“İbrâhîm, gerçekten rüyâsını tasdîk etti. Sadâkat gösterdi.” buyurdu.

Ardından emr-i ilâhî ile Cebrâîl -aleyhisselâm-, o anda Cennet’ten bir koç in­dirdi ve tekbîr getirdi:

İbrâhîm -aleyhisselâm-, bu tekbîri işitince mukâbelede bulundu:

İsmâîl -aleyhisselâm- da:

dedi.

Böylece arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar devâm eden “teşrık tekbîri” tamamlanmış oldu.

Baba-oğul şükür hâlinde evlerine döndüler. Hacer vâlidemiz ile İsmâîl -aleyhisselâm- kucaklaştılar. İbrâhîm -aleyhisselâm- da tekrar Sâre vâlidemizin ya­nına döndü.

Hz. İbrahim (a.s.) Allah’a Nasıl Dost Oldu?

İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılarak nefsinden, kurban emri ile de evlâdından imtihan görmüş, tevekkül ve teslîmiyeti, O’na her iki imtihanı da kazandırmıştı. Sıra servetten imtihana geldi. Bir rivâyete göre İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın 12.000 hayvandan oluşan sürüleri vardı. Bu sürüleri koruyan pek çok da muhâfız köpeği vardı. Dünyâya râm olanları tahkîr için köpeklerin boyunlarına altından tasma taktırırdı. Cebrâîl -aleyhisselâm-, insan kılığında geldi:

“–Bu sürüler kimin?” diye sordu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Rabbimin. Ben de emânetçisiyim!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Bana satar mısın?” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Rabbimi bir kere zikret üçte birini, üç kere zikret; tamamını vereyim!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

dedi. İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Al, hepsi senin, al, götür!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ben meleğim, alamam!” dedi.

Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Sen meleksen, ben de “Halîl”im. Verdiğimi geri alamam!” dedi.

Nihâyet İbrâhîm -aleyhisselâm- sürüleri sattı. Geniş bir arâzî aldı. Onu müs­lümanların istifâdesi için vakfetti. Böylece vakıf,[10] İbrâhîm -aleyhisselâm- ile baş­lamış oldu.

Allâh’ın Halîl’i olan İbrâhîm -aleyhisselâm-, Allâh için bütün serve­tini bir anda fedâ ederek malından da imtihan vermiş, “gerçek dost” (Halîl) oldu­ğunu ispat etmişti. İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın bu husûsiyeti âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmiştir:

“Bir zaman Rabbi, İbrâhîm’i bir takım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etmiş, İbrâhîm de onları tamâmen yerine getirmişti…” (el-Bakara, 124)

Hz. İshak’ın (a.s.) Doğumu

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Rabbine verdiği söze sadâkat gösterip oğlunu kurban etmeye râzı olduğu için Allâh Teâlâ, O’na -hayli ihtiyarlamış olmasına rağmen- mükâfât olarak bir oğul daha ihsân etti. Âyet-i kerîmelerde bu ilâhî ihsân şöyle beyân buyrulur:

“Sâlihlerden bir peygamber olarak O’na (İbrâhîm’e) İshâk’ı müjdeledik. Kendisini ve İshâk’ı mübârek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslin­den iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa zulmedenler de olacaktır.” (es-Sâffât, 112-113)

O sırada İbrâhîm -aleyhisselâm- 120, Sâre vâlidemiz 90 veya 99 yaşında idi.

İbn-i Abbâs’ın rivâyetine göre Cebrâîl ile birlikte bir grup melek, İshâk -aleyhisselâm-’ın müjdesini vermek sûretiyle İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı sevindirdiler. Oradan da Lût kavmini helâke gittiler.

Melekler, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı ziyârete, insan kılığında bir misâfir gibi gelmişlerdi. İbrâhîm -aleyhisselâm- da, onlara dana eti kızartıp önlerine koymuştu. Lâkin onlar bu etlerden yemediler. İbrâhîm -aleyhisselâm-, o zaman bu misâfirlerin melek olduklarını anladı. Kendisine İshâk -aleyhisselâm-’ı müjdelemeye geldiklerini bilmediğinden evvelâ korktu ve:

“–Allâh’ın gazap ettiği bir şey mi oldu? Yoksa benim kavmimi helâk etmeye mi gelmişler?” şeklinde bir endişeye kapıldı. Yine de melek olup olmadıklarını iyice anlamak için tekrar:

“–Yemez misiniz?” deyince onlar:

“–Biz ücretsiz yemeyiz!” dediler.

Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm- başta “Bismillâh” nihâyette “Elhamdülillâh” dedi. Melekler:

“Gerçek Halîl, Allâh’ın dostu!” dediler.

Ardından da İbrâhîm -aleyhisselâm-’a:

“–Korkma yâ İbrâhîm, biz buradan Lût kavmine gidecek, onları helâk ede­ceğiz!” dediler.

Böylece yemek yememelerinin ve gelişlerinin sebebi kesin bir şekilde anla­şılmış oldu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın korkusu dağılınca, melekler tarafından İshâk -aleyhisselâm- ve Yâkûb -aleyhisselâm- müjdelendi.

Bu görüşmeleri Sâre vâlidemiz perde arkasından dinliyordu. Sâre vâlidemiz, yüksek bir edeb ve hayâ sâhibi olduğu için ellerini yüzüne kapattı. Efendisinin ve kendisinin ihti­yar olması sebebi ile bu müjdeyi hayretle karşıladı. Melekler de:

“–Sen Allâh’ın emrine ve takdîrine mi şaşıyorsun?” dediler.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, verilen müjdelere sevinirken, Lût kavminin helâk ola­cağına da, bundan mü’minlerin müstesnâ olduğunu henüz bilmediği için çok üzüldü. Azâbın kalkması için ilticâ etmek istedi. Melekler ise, artık duânın fayda vermeyeceğini ve bu azâbın yalnız münkirlere geleceğini bildirdiler. Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm- ferahladı.

Bu hakîkat, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

“And olsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhîm’e müjde getirdiler ve: «Selâm (sana!)» dediler. O da: «(Size de) selâm.» dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.” (Hûd, 69)

(İbn-i Abbâs’tan rivâyete göre, gelen elçiler Cebrâîl ve O’nun beraberinde iki melektir. Bu iki meleğin de Mîkâîl ve İsrâfîl oldukları rivâyet edilmiştir.)

(İbrâhîm, misâfirlerinin,) ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onların bu hâli hoşuna gitmedi, onlardan şüphelendi ve içine bir korku düştü. Dediler ki: «Korkma! (Biz melekleriz). Lût kavmine gönderildik. O esnâda hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) gülümsedi. Ona da İshâk’ı, İshâk’ın ardından da Yâkûb’u müjdeledik. (İbrâhîm’in hanımı:) «Olacak şey değil! Ben yaşlı bir hanım, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!» dedi. (Melekler) dediler ki: «Allâh’ın emrine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allâh’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, hamd ü senâya lâyıktır, hayır ve ihsânı boldur.» İbrâhîm’den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (âdeta) bizimle mücâdeleye başladı.” (Hûd, 70-74)

Çünkü Hazret-i İbrâhîm, inkârcılara gelecek olan umûmî felâket ve gazaba Lût -aleyhisselâm- ile O’na inananların da uğrayacaklarından korkuyor, bu sebeple azâbın kaldırılması için ısrarla Allâh’a yalvarıyordu.

“Çünkü İbrâhîm, cidden yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamâmen Allâh’a vermiş biri idi.” (Hûd, 75)

Bu âyet-i kerîmede İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın üç mühim vasfı zikredilmektedir:

Hilm: Çok sabretmek ve hatâ işleyen kimselerden hemen intikam almayıp sabır ve tahammül göstermektir.

Evvâh: Âh u enîni çok olup insanların kötü hâllerine ve hazin âkıbetlerine son derece teessüf etmektir.

Münîb: Allâh’a kalbiyle yönelen, O’na rücû eden demektir. Hazret-i İbrâhîm bütün işlerinde Cenâb-ı Hakk’a mürâcaat eder, O’na güvenip dayanırdı.

İbrâhim -aleyhisselâm-, daha önce göğe çıkarıldığında, orada âsîler için yaptığı helâk duâları sebebiyle kendisine vâkî olan îkâz-ı ilâhî neticesinde kalbi kullara karşı son derece mer­hametle dolmuştu. Bu yüzden Lût kavmine gelecek azâbın kaldırılması için Hakk’a ilticâ ediyordu. Ancak Lût kavmi, rahmet-i ilâhiyeye tamâmen sırt dönmüş ve o derecede azgınlaşmış idi ki, artık azâbın gelmesi kaçınılmazdı. Çünkü onlar, azâbın gelmesini ısrarla istemişler, bunun için de yapageldikleri mel’anetlerine devâm et­mişlerdi. Hattâ temiz insanları aralarında görmek bile istemiyorlar; “Temizler ara­mızdan çıksın!” diyorlardı. Dolayısıyla:

(Melekler dediler ki:) «Ey İbrâhîm, bundan vazgeç! Çünkü Rabbinin (azâb) emri gelmiştir. Ve o (münkirlere), geri çevrilmez bir azâb mutlakâ gelecek­tir!” (Hûd, 76)

Bu hakîkat, Zâriyât Sûresi’nin 24-30. âyetlerinde ehemmiyetine binâen farklı bir üslûb ile tekrâr edilmektedir.

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın fârik bir vasfı da misafirperverliği idi. Gelip geçen herkesi yedirir-içirirdi. Bu yüzden de ünvânı “Ebu’l-Edyâf: misâfir­ler babası” idi. (İbn-i Sa’d, Tabakât, I, 47)

O misâfiri çok seven, çok ikrâm eden, son derece cömert ve şerefli bir peygamberdi. Hattâ misâfir gelmediği günler yollara çıkar, misâfir arar ve yoldan geçen misâfirleri ikrâm etmek üzere evine getirirdi.

Misâfirperverlik, bir peygamber vasfıdır. Yemek ve içmekte îtidâle dikkat edilmesi gerektiği hâlde, misâfire ikrâmda ve misâfirlikte yenen yemekte israf yoktur. Ancak ikrâm ve dâvetin dünyevî ve nefsânî menfaat düşüncesinden uzak ve “lillâh: Allâh için” olması zarûreti vardır.

Hz. İbrahim’in Oğlu İsmail Aleyhisselam’ı Ziyareti

İsmâîl -aleyhisselâm- Cürhümîler’den bir kızla evlendi. Çok sevilip sayıldı. Onlardan Arapça öğrendi. Annesi Hacer vâlidemiz, doksandokuz yaşında vefât etti. Kâbe’nin yanında “Hicr” mevkîine defnedildi.

Hadîs-i şerîfte İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın, oğlu İsmâîl -aleyhisselâm-’ı ziyâreti şöyle anlatılır:

İsmâîl -aleyhisselâm- evlendikten sonra İbrâhîm -aleyhisselâm-, oğlunu gör­meye gelmişti. Fakat İsmâîl -aleyhisselâm- evde yoktu. Hanımına sordu, o da:

“–Rızkımızı tedârik etmek üzere çıktı, gitti.” diye cevap verdi.

Sonra İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Maîşetiniz, hâliniz nasıldır?” diye sordu. İsmâîl’in haremi:

“–Şiddetli darlık içindeyiz; çok fenâ bir hâldeyiz!” diye cevap verdi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Efendin eve geldiğinde benden selâm söyle; kapısının eşiğini değiştirsin!” dedi.

İsmâîl -aleyhisselâm- geldiğinde babasının gelip gittiğini, evin içinde hissettiği güzel kokudan anladı:

“–Evimize bir gelen oldu mu?” diye sordu. Hanımı da:

“–Evet, şu şu vasıflarda yaşlı bir zât geldi. Bana seni sordu; cevap ver­dim. Maîşetimizi sordu; ben de şiddetli darlık içinde olduğumuzu söyledim.” dedi.

Bunun üzerine İsmâîl -aleyhisselâm-:

“–Bir şey vasiyet edip bir söz tevdî etmedi mi?” diye sordu.

O da:

“–Sana selâm söylememi ve «kapısının eşiğini değiştirsin!» dememi tenbih etti.” dedi.

Bu sözlerdeki nükteyi kavrayan İsmâîl -aleyhisselâm- haremine:

“–O gelen ihtiyar babamdır. Bana senden ayrılmamı emretmiş. Artık sen âilenin evine dönebilirsin!” dedi ve evden ayrıldı. Cürhümîler’den başka bir kadın ile evlendi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği bir müddet sonra gelip yine evde İsmâîl -aleyhisselâm-’ı bulamadı. İsmâîl -aleyhisselâm-’ın yeni evlendiği hanımının yanına vardı, İsmâîl’i sordu. O da:

“–Maîşetimizi tedârik etmeye gitti.” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Nasılsınız, maîşetiniz, hâl ü şânınız iyi midir?” diye sordu.

Kadın:

“–Elhamdülillâh, biz, hayır, saâdet ve bolluk içindeyiz.” diye Allâh’a hamd ü senâ eyledi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Ne yeyip ne içersiniz?” diye sordu.

Kadın da:

“–Et yiyoruz, su içiyoruz.” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbî! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl! Yümn ü bereket ihsân eyle!” diye duâ etti.

Ardından İsmâîl -aleyhisselâm-’ın haremine:

“–Efendin geldiğinde selâm söyle; kapısının eşiğini güzel tutsun!” dedi.

İsmâîl -aleyhisselâm- eve geldiğinde, yine içerde hissettiği güzel kokudan ba­basının teşrîf ettiğini anladı ve hanımına:

“–Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. Âilesi:

“–Evet, nûr yüzlü bir ihtiyar geldi.” diye İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı medh u senâ etti. Sonra şöyle devam etti:

“–Seni sordu. Ben de «Rızkımızı tedârik etmeye gitti.» dedim. «Geçiminiz nasıldır?» dedi. Ben de «Hayır ve saâdet içindeyiz.» dedim.”

İsmâîl -aleyhisselâm-:

“–Sana bir şey vasiyet etti mi?” diye sordu. Hanımı da:

“–Evet o muhterem ihtiyar, sana selâm söyledi. «Kapısının eşiğini iyi tut­sun!» diye emreyledi.” dedi.

Bunun üzerine İsmâîl -aleyhisselâm-:

“–İşte O babamdır. Sen de evimizin şerefli eşiğisin. Babam seni hoş tutmamı ve iyi geçinmemi emreylemiş.” dedi. (Buhârî, Enbiyâ, 9)

Bu kıssadan anlaşılıyor ki, şükür, nîmetin artmasına ve devâmına vesîle olur. Nîmetleri az görüp şikâyet etmek ise, nankörlüktür. Neticesi de, nîmetin azalması, mahrûmiyet ve hüsrandır.

Kâbe’nin İnşası

İbrâhîm -aleyhisselâm-, seneler sonra Mekke’ye döndü. İsmâîl -aleyhisselâm- ile kucaklaşıp hasret giderdiler. Hazret-i İbrâhîm, oğluna:

“–Rabbim’in emri var. Bir beyt inşâ edeceğiz. Sen de bana yardım edeceksin!” dedi.

İsmâîl -aleyhisselâm- ve Cebrâîl -aleyhisselâm- taş taşıdı; İbrâhîm -aleyhisselâm- da beytin duvarlarını dikti. Makâm-ı İbrâhîm’deki İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın ayak izi olan mermer de, Kâbe duvarları inşâ edilirken asansör vazîfesi gördü.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bir zamanlar İbrâhîm, İsmâîl ile beraber Beytullâh’ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) «Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabûl buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin.»” (el-Bakara, 127)

Kâbe’nin yapılışı hakkındaki rivâyetlere göre, Hazret-i Âdem ile Havva, cen­netten çıkarıldıkları vakit, yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraberce batıya doğru yürürler. Kâbe’nin bulunduğu yere gelirler. Bu esnâda Âdem -aleyhisselâm-, bu buluşmaya şükür olmak üzere Rabbine ibâdet etmek ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek ibâdet ettiği nûrdan sütunun tekrar kendisine verilmesini niyâz eder. İşte o nûrdan sütun orada tecellî eder ve Hazret-i Âdem, onun etrafında tavaf ederek Allâh’a ibâdet eder. Bu nûrdan sütun, Hazret-i Şît -aleyhisselâm- zamanında kaybo­lur, yerinde siyah bir taş kalır. Bunun üzerine Hazret-i Şît, onun yerine taştan, onun gibi dört köşe olan bir binâ yapar ve o siyah taşı binânın bir köşesine yerleşti­rir. İşte bugün Hacer-i Esved diye bilinen siyah taş odur. Sonra Nûh tûfânında bu binâ, uzunca bir süre kumlar altında gizli kalır. Hazret-i İbrâhîm, Allâh’ın emriyle Kâbe’nin bulunduğu yere gider, oğlu İsmâîl -aleyhisselâm-’ı annesiyle birlikte orada iskân eder. Sonra İsmâîl -aleyhisselâm- ile beraber Allâh’ın emri mûcibince Kâbe’nin bulunduğu yeri kazar. Hazret-i Şît tarafından yapılan binânın temellerini bulur ve o temellerin üzerine bugün mevcut olan Kâbe’yi inşâ eder. Âyetteki «Beytullâh’ın temellerini yükseltiyor.» cümlesi, bunu ifâde etmektedir.

İbrâhîm -aleyhisselâm- insanların Kâbe’yi tavafa başlamalarına bir alâmet olsun diye Hacer-i Esved’i Kâbe’nin bir köşesine yerleştirmiştir. Bu siyah taş cennetten çıktığı zaman kardan daha ak olduğu hâlde insanların günahları onun kararmasına sebep olmuştur. (İbn-i Hanbel, I, 307) Câhiliye ve İslâm dönemlerinde birbiri ardınca vukû bulan yangınlar, onu daha da siyah bir hâle getirmiştir.

Kâbe’nin inşâsı tamamlanınca Hazret-i İbrâhîm ve İsmâîl -aleyhimesselâm-, Allâh’a şöyle duâ ettiler:

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslîm olanlardan kıl! Neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar; bize ibâdet usûllerimizi göster; tevbelerimizi kabûl et; zîrâ tevbeleri çokça kabûl eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Sen’in âyetlerini kendilerine okuyacak, on­lara kitâb ve hikmeti öğretecek, onları(n nefslerini) tezkiye edecek bir peygamber gönder! Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sen’sin!” (el-Bakara, 128-129)

Âyette geçen duâ ile alâkalı olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem-:

“Ben; babam İbrâhîm’in duâsı, kardeşim Îsâ’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyâsıyım.” (Ahmed bin Hanbel, V, 262; Hâkim, el-Müstedrek, II, 453) buyurmuşlardır.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Soyu

Nitekim iki cihân güneşi Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in pâk soyları şöyledir:

  • Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
  • Abdullâh,
  • Abdülmuttalib, (Şeybetü’l-Hamd diye de çağrılırdı.)
  • Hâşim,
  • Abd-i Menâf, (Asıl ismi Muğîre’dir.)
  • Kusay, (Zeyd diye de isimlendirilir.)
  • Hakîm, (Kilâb)
  • Mürre,
  • Ka’b,
  • Lüeyy,
  • Gâlib,
  • Fihr, (Kureyş)
  • Mâlik,
  • Nadr,
  • Kinâne,
  • Huzeyme,
  • Müdrike,
  • İlyâs,
  • Mudar,
  • Nizâr,
  • Ma’ad,
  • Adnân.

Allâh Rasûlü’nün temiz silsilesi, Adnân’a kadar sayılmaktadır. Adnân da İsmâîl -aleyhisselâm-’ın sülâlesindendir. Ancak bu ikisi arasındaki zaman farkı bilinmemektedir.

Hülâsa, Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın neslinden peygamberler gelmesi ve bilhassa Fahr-i Kâinât olan Varlık Nûru Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in teşrîf etmesi, O’nun peygamberler târihindeki müstesnâ ve mûtenâ yerini göstermektedir. Kâbe ve menâsik-i hac da, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın kıyâ­mete kadar devâm edecek rûhânî hâtırâları ile doludur. Ayrıca milyonlarca müslü­man, her gün beş vakit namazın tahiyyâtında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ederken, Allâh’ın İbrâhîm -aleyhisselâm-’a lutfettiği salâtı da zik­retmektedir.

Ebû Muhammed Ka’b bin Ucre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza gelmişti. Kendisine:

“–Yâ Rasûlallâh! Sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, ancak sana nasıl salavât getireceğiz?” diye sorduk. O da şöyle buyurdu:

“–«Allâh’ım! (İbrâhîm’e ve) âline salât (rahmet) ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de salât et. Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allâh’ım! (İbrâhîm’e ve) âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsân et. Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin!» deyiniz.” (Buhârî, Deavât 32; Tirmizî, Vitir, 20; İbn-i Mâce, İkâme, 25)

İslam Tarihinde İlk Hac

Kâbe’nin inşâsı tamamlanınca Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek Hazret-i İbrâhîm’e:

“Onu tavâf et!” dedi. Baba-oğul her şavtta[11] Hacerü’l-Esved’i istilâm etmek (selâmlamak) sûretiyle Kâbe’yi tavâf ettiler. Makâm-ı İbrâhîm’in arkasında iki rekât namaz kıldılar. Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın rehberliğinde haccın diğer rükünlerini îfâ ettiler. Daha sonra Cebrâîl -aleyhisselâm- Hazret-i İbrâhîm’e insanları hacca dâvet etmesini söyledi. Hazret-i İbrâhîm bunu nasıl yapacağını sorunca:

“–«Ey insanlar Rabbiniz’in dâvetine icâbet ediniz!» diye seslenerek bildir.” dedi ve bunu üç kez tekrarladı.

Sonra İbrâhîm -aleyhisselâm- Allâh Teâlâ’ya:

“–Yâ Rabbî, benim sesim bütün insanlara nasıl ulaşabilir?” diye sordu.

Cenâb-ı Hak:

“–Sen nidâ et, onu insanlara ulaştırmak Bana âittir.” buyurdu.

Âyet-i kerîmede bu hakîkate şöyle temas edilmektedir:

(Ey İbrâhîm!) İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.” (el-Hacc, 27)

Bundan sonra İbrâhîm -aleyhisselâm- her yıl Mekke’ye gelip haccederdi. Hazret-i İbrâhîm’den sonraki peygamberler ve mü’min olan ümmetleri de Mekke’ye gelip haccetmişlerdir. Ümmetleri helâk olan peygamberler Mekke’ye gelirler, ömürlerinin sonuna kadar orada ibâdet ve tâatle meşgul olurlardı. Böylelikle hacca gelip vefât eden peygamberlerden doksan dokuzunun Makâm-ı İbrâhîm ile Zemzem arasındaki yerde defnedilmiş bulunduğu, yetmiş peygamberin de Mina’daki mescidde namaz kıldıkları rivâyet edilmektedir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) Duaları

Kur’ân-ı Kerîm’de en çok duâsı nakledilen peygamber İbrâhîm -aleyhisselâm-’dır. Onun her vesîleyle Yüce Rabbine gönülden niyâz ettiği görülmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, -yukarıda zikredilenlerden başka- O’nun şu duâları da yer almaktadır:

“Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, gizlediğimiz ve açıkladığımız her şeyi bilirsin. Çünkü ne yerde ne gökte hiçbir şey Allâh’a gizli kalmaz.” (İbrâhîm, 38)

“İhtiyar hâlimde bana İsmâîl ve İshâk’ı ihsân eden Allâh’a hamdolsun. Şüphesiz ki Rabbim her duâyı hakkıyla işitendir.” (İbrâhîm, 39)

“Rabbim, beni namazı hakkıyla edâ eden bir kimse eyle! Zürriyetimden de böyle kimseler var et! Rabbimiz, duâmı kabul buyur.” (İbrâhîm, 40)

“Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün bana, ana-babama ve bütün mü’minlere mağfiret eyle!” (İbrâhîm, 41)

Şuarâ Sûresi’nde ise Hazret-i İbrâhîm’in gönlünden taşan şu yakarışları görmekteyiz:

“Rabbim! Bana hikmet ihsân eyle ve beni sâlih kimseler arasına kat! Bana, sonraki ümmetler içinde güzel bir nâm ile anılmayı nasîb eyle! Beni Naîm Cennetlerinin vârislerinden kıl! Babama da mağfiret eyle, çünkü o dalâlete düşenlerdendir. İnsanların diriltilecekleri gün beni utandırma! O gün ki onda ne mal fayda verir ne de evlâd. Ancak Allâh’a selîm bir kalb ile gelen müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 83-89)

Kalb-i selîm ile gelen kimseden maksat, malını hayırlı yollara sarfeden, evlâdlarına Hak ve hakîkati öğreten, kalbini mal ve evlâdının fesâdından, dîni hakkında câhil kalmaktan, ahlâk-ı zemîmeden ve her türlü kötü sıfatlardan sâlim kılan kimsedir.

Ebû’l-Kâsım el-Hakîm’e göre kalb-i selîmin üç alâmeti vardır:

  • Hiç kimseye eziyet etmemek, onları incitmemek,
  • Hiç kimseden incinmemek,
  • Bir kimseye iyilik yaptığında ondan karşılık beklememek.

Zîrâ insan hiç kimseye eziyet etmeyince Allâh Teâlâ’nın huzûruna verâ ve takvâ ile, kimseden incinmeyince vefâ ile, yaptığından mükâfat beklemeyince de ihlâs ile gelir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) Nasihatleri

Allâh Teâlâ İbrâhîm -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetmiştir:

“Muhakkak ki sen Ben’im dostumsun, Ben de senin dostunum. Sakın kalbine muttalî olduğum zaman onu Ben’den başkasıyla bulmayayım. Yoksa Bana karşı olan sevgini keserim. Çünkü Ben sevgim için öyle kimseyi seçiyorum ki onu ateşle yaksam bile yine kalbi Ben’den başkasına iltifat etmez ve Ben’den başkasıyla meşgul olmaz. O Ben’im için böyle olunca Ben de onun kalbine muhabbetimi koyarım. Ona lutuf ve ikramlarım devam eder. Hattâ onu kendime yakın kılarım.”

İbrâhîm -aleyhisselâm-, kendisinden nasihat isteyenlere şunları söylemiştir:

“İnsanların dünyâ işleriyle meşgul olduklarını gördüğünüz zaman siz de âhiret işleriyle meşgul olun. Onlar zâhirlerinin tezyîni ile meşgul olurlarsa siz de kalbinizin tezyîni ile meşgul olun. Onlar bağ, bahçe ve sarayların îmârı ile meşgul olurlarsa siz de kabirlerin îmârı ile meşgul olun. İnsanlar birbirlerinin ayıpları ile meşgul olurlarsa siz de kendi ayıplarınızla meşgul olun.”

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- öyle şânı yüce bir peygamberdir ki, O’nun fazîletini kabul ve ikrâr etmeyen millet yok gibidir. Arap müşrikleri O’nun evlâdları ve mensupları olduklarını ikrâr etmek sûretiyle üstünlüğünü îtiraf ediyorlardı. Müşriklerin yanısıra yahudîler, hristiyanlar ve Müslümanlar da O’na tâzîm göstermişler ve O’nun yüksek kadrini îtirâf etmişlerdir. Âlemin çoğunluğunun O’nun fazîlet ve yüksek mertebesini îtirâf etmesi, Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- kadar hiç kimseye nasîb olmamıştı. Âyet-i kerîmede gayr-i müslimlerin O’nun hakkındaki iddiâlarına karşı şöyle buyrulmaktadır:

“İbrâhîm ne bir yahudî ne de bir hristiyandı. Fakat o hanîf olan bir müslümandı ve o müşriklerden de değildi. Şüphesiz ki İbrâhîm’e insanların en yakını, elbette O’na tâbî olanlar, bu Peygamber (Hazret-i Muhammed) ve O’na îmân edenlerdir. Allâh, mü’minlerin dostudur.” (Âl-i İmran, 67-68)

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelip; “Ey Hayru’l-Beriyye: ey yaratılmışların en hayırlısı” diye hitâb etmişti.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- hemen müdâhale etti ve:

“–Bu söylediğin İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın vasfıdır.” buyurdu. (Müslim, Fedâil, 150)


Dipnotlar:

[1] Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın büyük peygamberlerden biri olması, teslîmiyet ve tevekkülü ile dillere destan olması, daha ötesi “Halîlullâh: Allâh’ın dostu” olması sebebiyle cemiyetimizde büyük bir muhabbete mazhar olmuş, bunun tabiî bir neticesi olarak bir çok kimse evlâdına “Halil İbrâhîm” ismini vermiştir.

[2] Hanîf, bâtıl inançlardan, yanlış fikirlerden ve kötü ahlâktan sıyrılıp, dâimâ hakka ve hayra meyleden, müslim, muvahhid olmak sûretiyle dîni Allâh’a hâlis kılarak Allâh’a ibâdet eden, ecir ve mükâfâtı yalnız O’ndan bekleyen kimse demektir. Bu kelime İslâm’ın akîde, ahlâk ve muâmelât itibâriyle fârik bir vasfını gösterir.

Hanîflik, Hazret-i İbrâhîm’in din ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil, umûmiyetle puta tapıcılığın zıddı olarak bütün peygamberlerin milletinin ve tevhîd dîninin adıdır. Hanîfler de, bütün şirk dinlerine karşı, dîni Allâh’a tahsis etmek ve ancak Allâh’a ibâdet etmek üzere dâvet ve mücâhedeyle vazîfeli olan peygamberlerin dinlerine uyan, bâtıldan sakınıp Hakk’a meyleden tevhîd ehli Müslümanlardır.

[3] Âyet şöyle de anlaşılmıştır: “Sonra birbirlerine dönerek «(Putları yalnız ve sa­vunmasız bıraktığınız için) asıl siz zâlimsiniz!» deyip birbirlerini suçladılar.”

[4] Mel’ûn Henûn, sonradan yerin dibine batarak helâk olmuştur.

[5] Harran, ilk önce İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın kardeşi Harân tarafından kurulduğu için bu ismi almıştır.

[6] Bkz. Müslim, Fedâil, 154.

[7] Ayrıca bkz. es-Sâffât, 98

[8] İbrâhîm -aleyhisselâm- burada Rabbine doğru gitmek istediğini ifâde etmiştir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında ise:

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya geceleyin götüren Allâh, her türlü noksanlıktan münezzehtir…” (el-İsrâ, 1) buyrularak, o mübârek zâtın, bizzat Rabbi tarafından yüce dergâha doğru götürülüp yükseltildiği haber verilmektedir.

[9] Bkz. Hâkim, Müstedrek, II, 605-606; Taberî, Târih, I, 263-278.

[10] Vakıf: Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir. Diğer bir ifâdeyle, Allâh’a adanan, temlîk ve temellükten men edilen mülkiyetlerdir. Temlîk, mülk olarak verme, satma; temellük ise mülk edinme, sâhiplenme, kendine mal etme mânâlarına gelir.

[11] Şavt: Hacer-i Esved’den başlayıp Kâbe’nin etrâfında yine Hacer-i Esved’e varacak şekilde bir kez dönmek.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları


Kur’an’da adı geçen Peygamberler için tıklayın!

İlgili Gönderiler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medya

8,497BeğenenlerBeğen
610TakipçilerTakip Et
1,846TakipçilerTakip Et
- Reklam -spot_img

Son Eklenenler