İlahi kitapların ilki olan Tevrat’ın verildiği peygamber: Hz. Musa’nın (a.s.) kısaca hayatı.
Hz. Musa’nın (a.s.) Kısaca Hayatı – Musa Aleyhisselam Kimdir?
Hz. Musa (a.s.) Mısır’da doğdu. Hz. Musa (a.s.) Yakup Aleyhisselam’ın neslindendir. Annesinin adı İmran’dır. Harun Aleyhisselam ile kardeştir. Hz. Musa (a.s.) Allah indinde çok hayâlı, şerefli ve kıymetli bir peygamber olup iri cüsseli ve düz saçlı idi.
Hz. Musa’nın (a.s.) adı Kuran’da 136 defa geçer. Ülü’l-azm (en yüksek derecedeki) peygamberlerin üçüncüsüdür. Kendisine dört kutsal kitaptan biri olan Tevrat verildi. Musa Aleyhisselam’a Allah ile konuşması sebebiyle “Kelîmullâh” dendi.
Mısır hükümdarı Firavun gördüğü bir rüya ile tüm erkek çocuklarının öldürülmesini istedi. Musa Aleyhisselam’ın annesi İmrân, onu bir sandık içerisinde Nil nehrine bıraktı. Allah’ın lütfu ile bu sandık Firavun’un sarayına gitti ve Firavun’un hanımı Asiye bu çocuğa sahip çıktı. Firavun’un da sarayda kalmasına izin vermesi ile Musa Aleyhisselam Firavun’un sarayında büyüdü.
Musa Aleyhisselam yanlışlıkla bir adamı öldürmesi sonucu Firavun’un kısas yapmak istemesi dolayısı ile Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Burada Şuayp Peygamber ile tanıştı. Onun kızı Safura ile evlendi ve on yıl onun koyunlarını güderek çobanlık yaptı.
On yıl Medyen’de kalan Musa Aleyhisselam İsraîloğulları’nı zulüm altında bulundukları Mısır’dan çıkarmak için Mısır’a giderken Tur Dağı’nda kendisine iki mucize ile birlikte peygamberlik verildi ve Firavun’a tebliğ için vazifelendirildi.
Musa Aleyhisselam’a asa ve elini koynuna soktuğunda parlak bir güneş gibi bembeyaz bir hâle gelmesi mucizeleri verildi. Allah’ın dinini tebliğ eden ve mucizeler gösteren Musa Aleyhisselam’a Firavun iman etmedi ve iman edenlere de zulüm ve işkenceler yaparak öldürttü.
Musa Aleyhisselam iman edenlerle birlikte Mısır’dan ayrılan Kızıldeniz’e geldiğinde deniz ikiye ayrıldı fakat kafileyi takip eden Firavun ve ordusu Kızıldeniz’de boğularak helak oldu.
Mısır’dan ganimetleri de alıp çıktıktan sonra Musa Aleyhisselam Benî İsrâîl’i Kenan diyârına doğru “Arz-ı Mev’ûd” denilen yere yerleştirmek için götürürken İsrailoğulları’nın orada bulunan Amâlika kavminden korkması sebebi ile Allah onları 40 yıl Tih Sahrası’nda kalmaya mahkûm etti.
Mısır’dan çıktıktan sonra Musa Aleyhisselam’ın Tûr-i Sînâ’da kırk gece kaldıktan sonra kendisine Tevrat indirildi. Musa Aleyhisselam, kardeşi Harun Aleyhisselam’ı yerine vekîl bırakıp Tûr Dağı’na gittikten sonra, Sâmirî isimli nankör bir Yahudi Hz. Musa’nın (a.s.) yokluğunu fırsat bilerek bir buzağı yaptı ve ona tapmalarını istedi.
Musa Aleyhisselam İsrailoğulları’na iman etmeleri için uzun uğraşlar verdi ve birçok mucizeler gösterdi. Onları imana davet etti fakat onlar çoğu kez nankörlük yaparak yoldan çıktılar. Allah Benî İsrâîl’den kötülükte kasten ısrar edenleri maymun şekline soktu, sonra da onları helâk etti.
Musa Aleyhisselam-’ın 120 yaşında vefat ettiği ve Kudüs civarında defnedildiği rivayet edilir.
Ülü’l-azm” peygamberlerden Hz. Musa’nın (a.s.) ayrıntılı hayatı.
Hz. Musa’nın (a.s.) Hayatı – Musa Peygamber Kimdir?
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, “ülü’l-azm” peygamberlerin üçüncüsüdür. Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın neslindendir. Benî İsrâîl peygamberidir. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi en çok zikredilen peygamberdir. Muhtelif âyetlerde çeşitli vesîlelerle 136 defa ismi zikredilmektedir.
Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hârûn -aleyhisselâm- kardeştir.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ı ülkesinin mâliye nâzırı (hazîne bakanı) yapan Mısır firavunlarından Reyyân bin Melik mü’min idi. Kendisinden sonra Kâbus firavun oldu. Bu şahıs, Yûsuf -aleyhisselâm-’a îmân etmedi, ancak O’nu vazîfesinden de almadı. Daha sonra gelen firavunlar ise, Benî İsrâîl’e kıymet vermediler.
Yûsuf -aleyhisselâm-’dan sonra İsrâîloğulları Mısır’da kaldı. Bunlar, Yûsuf, Ya’kûb, İshâk ve İbrâhîm -aleyhimüsselâm-’ın dînine bağlı idiler. Mısır’ın eski yerlileri olan Kıptîler ise, putperestti. Yıldızlara ve putlara taparlardı. Benî İsrâîl kavmini de hor ve hakîr görürlerdi. Firavunları gaddar ve zâlim insanlardı. Benî İsrâîl’in çoğalmalarından endişe duymaktaydılar. Çünkü Sıptî denilen Benî İsrâîl kavmi çoğalırsa, iktidar onların eline geçebilirdi.
Bu duruma daha fazla tahammül gösteremeyen Kıptîler, başta firavunları olmak üzere Sıptîlere zulüm ve eziyet etmeye başladılar. Onların gittikçe şiddetlenen zulümlerine dayanamayan Sıptîler ise, içinde bulundukları hâlden iyice usandılar. Artık burada içtimâî ve siyâsî haklarını tamamen kaybetmişlerdi. Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın yurdu olan Kenan diyârına gitmek istediler. Ancak bir türlü muvaffak olamadılar. Çünkü Firavun, onları piramitlerin yapımı gibi ağır işlerde çalıştırıyor ve bu yüzden bırakmak istemiyordu.
On iki kabîle olan İsrâîloğulları’nın her biri, Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın oğullarından birine bağlı idi. Firavun, onları zor şartlarda çalıştırıyor, zulmediyor ve devamlı baskı altında tutuyordu. Çalışamayacak olanlara dahî ağır vergiler koyuyor, güneş batmadan vergisini getirmeyenlerin kollarını bağlatıyor ve bir ay o şekilde bırakıyordu. Firavun’un bu zulümleri âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmektedir:
“Firavun Mısır toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi.” (el-Kasas, 4)
“…Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.” (el-Kasas, 8)
Bu zulüm ve buhran devrinde Hak Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı gönderdi:
“Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk. Ve o yerde onları hâkim kılmak; Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına, onlardan (İsrâîloğulları’ndan gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).” (el-Kasas, 5-6)
Firavun’u Korkutan Rüya
Firavun, bir gece rüyâsında Beyt-i Makdis’ten bir ateşin çıkıp, Kıptîlerin evlerini yaktığını, ancak İsrâîloğulları’na bir zarar vermediğini gördü. Rüyâyı tâbir ettirdi. Ona:
“–Benî İsrâîl’den bir çocuk çıkacak ve senin saltanatını yıkacak!” dediler.
Bunun üzerine Firavun, İsrâîloğulları’ndan doğacak olan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti.
Kamıştan âletler yaparlar; doğumu yaklaşmış olan kadınların karınlarına saplayıp büyük bir eziyet ile onlara bir an önce doğum yaptırırlardı. Eğer doğan çocuk erkekse, onu hemen keserlerdi.
Rivâyete göre Firavun’u böylesine çirkin ve kötü bir işe sevk eden diğer bir sebep de şuydu:
İsrâîloğulları kendi aralarında Hazret-i İbrâhîm zürriyetinden bir peygamberin geleceğini ve Mısır melîkinin (Firavun’un) helâkinin onun eliyle gerçekleşeceğini konuşuyorlardı. Bunun sebebi de Hazret-i İbrâhîm’in hanımı Sâre vâlidemizle Firavun arasında geçen hâdiseydi. Firavun ona kötülük yapmak istemiş, ama Allâh Teâlâ onu korumuştu. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, İbrâhîm -aleyhisselâm- soyundan gelen İsrâîloğullarını da Firavun’un zulmünden kurtaracaktı. Bu müjde İsrâîloğulları arasında meşhur olmuştu. Kıptîler bile bu haberi dile getirmeye başladılar. Vaziyet Firavun’a bildirilince, adamlarıyla görüşüp doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Maksadı kendini helâk edecek çocuğun büyümesine mânî olmaktı. Fakat bu tedbir takdîr-i ilâhîyi değiştirmeyecekti.
Bu sırada Hazret-i Ya’kûb’un neslinden olan İmrân’ın oğlu Hazret-i Mûsâ dünyâya geldi. Ebelerden biri Hazret-i Mûsâ’nın yakını idi. Mûsâ doğduğunda alnında çok parlak bir nûr gördü. Hayret ve dehşet içinde kaldı.
Daha sonra, ebeler doğumu müteâkib dışarı çıkınca, Firavun’un adamları içeri girdi. O an, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, heyecan ve telâş içinde çocuğu tandırın içine koydu. Askerler çıkınca da, büyük bir endişe ile derhal tandırı açtı. Gördü ki evlâdı, tıpkı Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi ateşin ortasında selâmetle duruyordu. Onu hemen kucağına aldı, çok sevindi ve Cenâb-ı Hakk’a şükretti. Daha sonra kendisine Allâh’tan bir ilhâm geldi; çocuğunu emzirmesi, tehlike ânında da Nil nehrine bırakması emredildi ve evlâdının kendisine geri verileceği, büyük bir peygamber olacağı müjdelendi. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Mûsâ’nın annesine:
«O’nu emzir! Kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde O’nu denize (Nil nehrine) bırakıver! Hiç korkup kaygılanma! Çünkü Biz, O’nu sana geri vereceğiz ve O’nu peygamberlerden biri yapacağız.» diye bildirdik.” (el-Kasas, 7)
Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, bir marangoza koşup bir sandık yaptırdı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı içine koyarak Nil nehrine bıraktı.
Sandığı yapan marangoz, işin farkına varmıştı. Hemen Firavun’un yanına giderek şikâyete teşebbüs etti. Fakat dili tutuldu, hiçbir şey söyleyemedi. Sonunda Firavun’un adamları onu kovdular.
Sandık Nil’den sarayın bahçesine geldi. Câriyeler onu alıp Âsiye vâlidemize götürdüler.
Hz. Musa (a.s.) ve Firavun
Yûsuf -aleyhisselâm-’a îmân eden Mısır Melîki Reyyân bin Velîd’in soyundan gelen Âsiye, Firavun’un hanımıydı. Bir sandık içinde kendisine getirilen Mûsâ’yı görünce, gönlünde O’na karşı büyük bir muhabbet peydâ oldu. Çocuk çok güzeldi. Onu kucağına alıp bağrına bastı. Sonra Firavun’un yanına götürdü ve:
“–Bu bizim çocuğumuz olur, ilerde bize çok yardımı dokunur, bizi korur! Buna kıyma! Bu, ikimizin de güzel bir yavrusu sayılır!” gibi sözlerle onu iknâ etmeye muvaffâk oldu.
“Firavun’un karısı (sandığın içinden erkek çocuk çıkınca kocasına):
«Benim ve senin için bir göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlâd ediniriz.» dedi. Hâlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.” (el-Kasas, 9)
Hazret-i Mûsâ’ya bir süt anne arandı. Fakat çocuk, hiçbir anneyi emmiyordu. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ablası Meryem, annesinin süt annesi olabileceğini haber verdi. Çünkü:
“Annesi, Mûsâ’nın ablasına:
«–O’nun izini takip et!» demişti. O da, onlar farkına varmadan kardeşini uzaktan gözetlemişti. Biz daha önceden (annesine geri verilinceye kadar) O’nun süt annelerini kabûl etmesine (onları emmesine) müsâade etmedik. Bunun üzerine ablası:
«–Size, O’nun bakımını nâmınıza üstlenecek, hem de O’na iyi davranacak bir âile göstereyim mi?» dedi.” (el-Kasas, 11-12)
Ablasının teklifini kabûl ettiler:
“Böylelikle Biz O’nu, anasına, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allâh’ın va‘dinin gerçek olduğunu bilsin diye geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.” (el-Kasas, 13)
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, Âsiye vâlidemizin Mûsâ’yı emzirmesi husûsundaki talebini, kendisinden şüphelenmesinler diye hemen kabûl etmedi. Çünkü bu âyetteki va’din muhakkak gerçekleşeceğini biliyordu:
“–Benim Hârûn isminde bir oğlum var![1] Bu şekilde kabûl ederseniz emzireyim; aksi hâlde emziremem!” dedi.
Böylece O’nun, Mûsâ’nın annesi olduğunu anlamadılar. Ve Mûsâ’ya ücret mukâbili süt vermesini emrettiler.
Firavun ile hanımı, Hazret-i Mûsâ’yı evlâd edinmek isterlerken, herhâlde O’nun kendi inisiyatiflerinde terbiye edilmekle kendilerine tâbî olarak yetişeceğini sanmışlardı. Ancak, insan hayâtının tahakkukunda iki önemli âmil mevcuddur: Verâset ve terbiye… İnsan, bazen verâsetin, bazen terbiyenin, bazen de her ikisinin tesiri altında kalır. Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîmede “Onlar işin sonunu sezemiyorlardı!” şeklinde ince bir üslûb ile ifâde edilmektedir.
Firavun, Hazret-i Mûsâ’yı bulup öldürebilmek maksadıyla rivâyete göre 980.000 mâsumu katletmişti. Cenâb-ı Hak ise Hazret-i Mûsâ’yı baş düşmanının sarayında yetiştirecek, O da, birgün Firavun’u, tahtı ve saltanatıyla birlikte hâk ile yeksân edecekti. Çünkü peygamberler, Allâh’ın husûsî terbiye ve sıyâneti altındadırlar.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 12)
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi, O’nu Firavun’un sarayında emzirmeye başladı. Fakat Vezir Hâmân, durumdan şüphelendi ve:
“–Bu çocuk senin mi?! Çünkü senden başka hiçbir annenin sütünü emmedi, yalnız senin sütünü emdi!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi de:
“–Her nedense bütün çocuklar beni sever, ben de onları severim.” gibi sözlerle Hâmân’ı iknâ etti.
Netîcede ona maaş bağladılar ve kendisini altınlarla taltîf ettiler. Bu, Allâh’ın büyük bir lutfuydu. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
“…Eğer Biz, (va’dimize) inananlardan olması için onun (Mûsâ’nın annesinin) kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı. (Bu benim oğlumdur, deyiverecekti.)” (el-Kasas, 10)
Âsiye vâlidemiz Mûsâ’yı özlediği zaman, süt annesiyle birlikte onu saraya getirtir, hediyelerle karşılardı. Birgün Mûsâ, Firavun’un odasına götürüldü. Firavun O’nu kucağına aldı. Mûsâ, sertçe Firavun’un sakalını çekti; kıl kopardı ve bir de tokat attı veya Firavun’un elindeki kamçıyı alıp ona vurdu. Firavun kızdı:
“–İşte benim aradığım düşman budur!” dedi. Mûsâ’nın katledilmesine karar verdi.
Âsiye vâlidemiz hemen koştu:
“–O çocuktur! Aklı ermez… İstersen imtihân edelim. Bir tabak yâkut ve elmas, bir tabak da ateş alalım. Eğer Mûsâ, yâkûtu alırsa akıllıdır; ateşi alırsa çocuktur!” dedi.
Firavun kabûl etti. Mücevher ve ateş dolu birer tabak getirtip Mûsâ’nın önüne koydurdu. Mûsâ -aleyhisselâm-, elini cevher dolu tabağa götürürken Allâh’ın emriyle Cebrâîl -aleyhisselâm- müdâhale etti ve elini itti. O da ateş korunu aldı, ağzına götürdü; dili yandı ve peltek oldu. O’nun bu peltekliği Tûr Dağı’nda yaptığı duâya kadar devâm etmiştir.
Bu durumu gören Firavun:
“–Evet çocukluğundan böyle yapmış!” dedi ve Mûsâ’yı affetti. Yine sarayda alıkoydu.
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî -kuddise sirruh- Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde şöyle buyurur:
“Firavun, zuhûr edecek olan Hazret-i Mûsâ’yı imhâ için 980.000 mâsumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i Mûsâ’ya hayâtında imdâd olmak, onun rûhâniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun âilesi, Mûsâ’yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların herbirinin alınan hayâtı, Mûsâ’ya âit olacaktı. Zîrâ gâye o idi.”
Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı etrafındaki bütün insanlara sevdirdi:
“…(Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Ben’im nezâretimde yetiştirilmen için Sana tarafımdan bir sevgi verdim.” (Tâhâ, 39)
Bu ilâhî lutuf sebebiyle Mûsâ’yı her gören şahsın gönlünde O’na karşı bir sevgi uyanırdı. Nihâyet kendisine peygamberlik verildi:
“Mûsâ, yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz O’na hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri Biz böyle mükâfatlandırırız.” (el-Kasas, 14)
Âyet-i kerîmede geçen «اَشُدَّهُ» kelimesi, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hem fiziken hem de rûhen kemâle ermesi mânâsındadır ki, ekseriyetin görüşüne göre bu, kırk yaşıdır. O, bu yaşa gelince Allâh O’na “hüküm” ve “ilim” vermiştir. “Hikmet” olarak da mânâ verilen “hükm” kelimesi, tefsîrlerde ekseriyetle “peygamberlik” şeklinde îzâh edilmiştir.
Bundan sonra Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Firavun’un dîninin bozuk ve bâtıl olduğunu tebliğ etmeye başlamıştır.
- Kıptînin Ölümü
Firavun’un, Kıptîlerden Fatun isimli zâlim bir ekmekçisi vardı. Bu kişi, birgün Sâmirî isimli bir Sıptîyi dövmekteydi. Sâmirî, Hazret-i Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ -aleyhisselâm- da onları ayırmak için araya girdi; Fatun’u iteledi ve ona vurdu. Bu kadarcık bir müdâhale karşısında Fatun, yere düşerek can verdi.
Mûsâ -aleyhisselâm- bu duruma çok üzüldü. Zîrâ O’nun Fatun’u öldürmek gibi bir maksadı yoktu. O sâdece Sâmirî’yi korumak istemişti. Büyük bir kederle Hak Teâlâ’ya ilticâ etti; mağfiret diledi.
Âyet-i kerîmelerde bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:
“Mûsâ, ahâlîsinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı O’ndan yardım diledi. Mûsâ da ötekine bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine:) «–Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman!» dedi.” (el-Kasas, 15)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, her yerde tevhîdi tebliğe başlayıp insanlara hakîkatleri bildirdiği için Firavun’un Kıptîleri kendisine cephe almıştı. Bu yüzden ahâlî evlerine çekildiği bir vakitte şehre girmişti. «Bu iş, şeytan işi!» derken, Hazret-i Mûsâ’nın, yaptığı işe değil, zâten ölüm cezâsını hak etmiş olan maktülün suçuna işâret ettiği belirtilmektedir. Bununla beraber, onu öldürme emri almamış olduğundan, Hazret-i Mûsâ’nın bu sözüyle kendi fiilini kasdettiği de ifâde olunmaktadır. Ancak O’nun, böyle bir maksadı yoktu. Düşünmediği bir netîceyle karşılaştığından:
“Mûsâ: «–Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım). Beni bağışla!» dedi. Allâh da O’nu bağışladı. Çünkü çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan O’dur.
Mûsâ: «–Rabbim! Bana lutfettiğin nîmetlere and olsun ki, artık suçlulara (ve suça sevk edenlere) aslâ arka çıkmayacağım.» dedi.” (el-Kasas, 16-17)
Bu arada Kıptîler, Firavun’a ölen Kıptînin kâtilinin bulunması için şikâyette bulundular. Firavun, kimin öldürdüğüne dâir şâhid istedi. Herhangi bir şâhid getiremediler. Bunun üzerine Firavun, aranan şahsın bulunması için şehir dışına çıktı.
Ertesi gün Hazret-i Mûsâ, aynı Sıptî’yi başka bir Kıptî ile yine kavga ederken gördü. Sıptî, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan tekrar yardım istedi. Mûsâ ise:
“Senin yüzünden nefsime zulmettim!” dedi.
Bu sözü duyan oradaki Kıptî, derhal Firavun’a koştu ve Hazret-i Mûsâ’yı şikâyet ederek:
“–Sizin fırıncınız olan Fatun’un kâtili Mûsâ’dır!” dedi.
Firavun kısâs kararı aldı.[2] Bunu, Firavun’un amcasının oğlu gizlice Mûsâ -aleyhisselâm-’a haber verdi. Çünkü o, Hazret-i Mûsâ’ya îmân edenlerdendi.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Kıptîyi öldürdükten ve affı için Rabbine yalvardıktan sonraki durumu, âyet-i kerîmelerde şu şekilde ifâde edilmektedir:
“(Mûsâ), şehirde korku içinde (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryâd ederek yine O’ndan imdâd istiyor. Mûsâ O’na dedi ki:
«–Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!» Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki:
«–Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek Sen, yeryüzünde ancak yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun da ıslâh edicilerden olmak istemiyorsun!»” (el-Kasas, 18-19)
Bu esnâda:
“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi:
«–Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben, Sen’in iyiliğini isteyenlerdenim!» dedi.
Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı:
«–Rabbim! Beni zâlimler gürûhundan kurtar!» dedi.” (el-Kasas, 20-21)
Mûsâ -aleyhisselâm- bu davranışıyla, aynı zamanda gerçek bir tevekkülün de nasıl olması gerektiğini sergilemektedir:
Önce istişâre, sonra azim (karar), ardından tedbîr (uygulama) ve netîceyi Allâh’a emânet etmek (duâ ve rızâ). İşte gerçek tevekkül!..
- Mısır’dan Medyen’e
Mûsâ -aleyhisselâm-, hiç vakit kaybetmeden Medyen’e doğru hareket etti. Aslında O, şehir dışına hiç çıkmamıştı ve nereye gideceğini de bilmiyordu. Hattâ yanına yiyecek bile almamıştı. Allâh Teâlâ, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı gönderdi de kendisine Medyen yolunu gösterdi. Medyen, o zaman Mısır’dan sekiz günlük bir mesâfede idi.
“Medyen’e doğru yöneldiğinde: «Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir!» demişti.” (el-Kasas, 22)
Medyen halkı ile Mûsâ -aleyhisselâm- arasında akrabâlık bulunduğu rivâyet edilmektedir. Zîrâ Medyenliler de Hazret-i Mûsâ da İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın evlâdlarındandı. Hattâ Medyen, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın oğullarından birinin adı idi ve bu şehir Firavun’un idâresi altında değildi.
Nihâyet Mûsâ -aleyhisselâm- Medyen’e ulaştı. Halk, Medyen kalesinden sürülerini çıkarıyordu. Hazret-i Mûsâ’nın durduğu yerde bir su kuyusu vardı. Ve kaleden çıkan sürüler, oraya doğru geliyorlardı. Biraz sonra, herkes koyunlarını sulamak için kuyunun etrafına üşüşmüştü. Ancak iki hanımın koyunlarını alıp kenarda durmaları ve kalabalığa karışmamaları, Hazret-i Mûsâ’nın dikkatini çekti. Onlara sordu:
“–Siz niye bekliyorsunuz? Hayvanlarınızı niçin sulamıyorsunuz?”
Hanımlar:
“–Çobanlar gitmedikçe hayvanlarımızı sulayamıyoruz!” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Kimseniz yok mu?” dedi.
Hanımlar:
“–Babamız çok yaşlı ve hâlsiz. Bu sebeple koyunları biz sulayıp otlatmak zorunda kalıyoruz. Erkeklerin içine girmek istemediğimiz için onlar çekilip gidince sürülerimize su veriyoruz. Fakat bazen de önce onlar suladığı için kuyuda su bitmiş oluyor; hayvanlarımızı sulayamıyoruz!” dediler.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de iki kadın gördü, (hayvanlarını sudan) men ediyorlardı. Onlara:
«–Sizin bu hâliniz nedir?» dedi.
Şöyle cevap verdiler:
«–Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine girip hayvanlarımızı) sulayamayız; babamız da çok yaşlıdır.»” (el-Kasas, 23)
Bunlar, Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızları Safura ile Süfeyrâ idi.
Mûsâ -aleyhisselâm-, sekiz gündür aç olmasına rağmen çok güç de olsa kuyudan su çekti ve Safura ile Süfeyrâ’nın hayvanlarını suladı. Hanımlar teşekkür edip oradan ayrıldılar.
“Bunun üzerine Mûsâ, onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve: «Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtâcım!» dedi.” (el-Kasas, 24)
Mûsâ -aleyhisselâm-, günlerdir bir şey yememişti; çok açtı. Bu sözleriyle de Rabbinden kendisine azık ihsân etmesini niyâz etmekteydi.
Âyetin ikinci cümlesine: «Doğrusu bana indirdiğin hayırdan dolayı muhtâcım!» mânâsı da verilmektedir. Buna göre Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisine tevdî edilen yüce vazîfeye ve dünyâda fakir düşüşüne işâret ediyordu. Çünkü O, Firavun’un yanında bolluk içinde idi. Fakat bu sözler, şikâyet değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini selâmete eriştirmesine şükür ve açlığını gidermesi için de niyaz kabîlindendi.
Şuayb -aleyhisselâm-, kızlarının davarları sulamaktan erken döndüklerini görünce şaşırdı ve bunun sebebini sordu. Kızları da, daha önce o beldede hiç görmedikleri sâlih bir insanın kendilerine yardım ettiğini söylediler.
- Şuayb Aleyhisselam’ın Hz. Musa’yı (a.s.) Yanına Çağırması
Şuayb -aleyhisselâm-, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı yanına çağırttı ve ona kim olduğunu sordu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Ben Ya’kûb -aleyhisselâm- neslinden İmrân oğlu Mûsâ’yım.” dedi ve başından geçenleri anlattı.
Şuayb -aleyhisselâm-:
“–Korkma! Burada Firavun’un hükmü geçmez!” dedi.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Derken, o iki kadından biri, utana utana yürüyerek O’na geldi:
«–Babam, bizim için (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için Sen’i çağırıyor!» dedi. Mûsâ, O’na gidip başından geçeni anlatınca (Şuayb):
«–Korkma! O zâlim kavimden kurtuldun!» dedi.” (el-Kasas, 25)
Şuayb -aleyhisselâm- yemek ikrâm etti. Hazret-i Mûsâ, o kadar aç olmasına rağmen yemekte tereddütlüydü. Şuayb -aleyhisselâm- sebebini sordu. Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Biz öyle bir âileyiz ki, bütün dünyâyı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben bu yemek için değil, rızâ-yı ilâhî için yardım etmiştim.” dedi.
Şuayb -aleyhisselâm- bu cevâba çok memnûn oldu ve:
“–Bu ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, misâfirimiz olduğun içindir; haydi ye!” dedi.
Bunun üzerine çok yorgun ve aç olan Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, yemeği yedi ve istirahate çekildi.
Safura, babasına bu kimseyi ücretle tutmasını tavsiye etti:
“(Şuayb’ın) iki kızından biri: «Babacığım! O’nu ücretle (çoban) tut! Çünkü ücretle istihdâm edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır!» dedi.” (el-Kasas, 26)
Ve ekledi:
“–Bu hasletler de, işte bu kimsede mevcuddur. Çünkü O, bizim yüzümüze dahî bakmadı. Yolda da çok geriden yürüyordu. Anlaşılıyor ki çok emîn bir kimsedir!”
Burada, kendisine vazîfe verilecek kişide bulunması gereken husûsiyetler, öz olarak ne kadar güzel tespit edilmiştir:
1. Liyâkat: İşi bilmek ve bununla birlikte o işi becerebilecek güce mâlik olmak.
2. Emânet: Doğru ve güvenilir olmak.
Arâis-i Mecâlis adlı kitapta nakledilen bir rivâyette:
“Firâset bakımından kadınların en üstünü ikidir. İkisi de Hazret-i Mûsâ hakkındaki teşhislerinde firâsetle isâbet etmiştir:
Biri, Firavun’un hanımı Âsiye’dir. (O, Mûsâ bir sandık içinde saraya getirilince, gönlü O’na meylederek, alıp Firavun’a götürmüş:) «Bu çocuk, benim ve senin için göz nûru, göz aydınlığı olsun! O’nu öldürme!» demişti.
Diğeri ise Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızıdır. (O da:) «Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için O’nu ücretle tut! O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır, kuvvetli ve emîndir!» demişti.”
Firâset; sâlih mü’minlerde meydana gelen isâbetli sezgidir, keşif hâlidir. Yâni, akıllılık, zekâ ve seziş demek olan firâset, kalbde vukû bulan mânevî bir idrâk kâbiliyetidir.
Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, gözü harâma kayan bir kimseyi görmüş ve ona:
“–Gözünü haramdan koru!” demişti.
O da:
“–Yâ Halîfe! Gözümün harâma baktığını sen nereden bildin?” deyince, Osmân -radıyallâhu anh-:
«Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar!..» (Tirmizî, Tefsîr, 15) hadîsini okumuştur.
Yine Ebû Hanîfe Hazretleri, abdest alan bir genç görmüş:
“–Şu şu hatâları yapma!” demiştir.
Genç, hayret edip Hazret-i İmâm’a:
“–Yâ İmâm! Bu hatâları işlediğimi nereden bildiniz?” diye sormuş, Ebû Hanîfe Hazretleri de:
“–Abdest âzâlarından dökülen sulardan!” buyurmuştur.
Hazret-i Hatîce, Hazret-i Âişe ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhünne- de, hep firâset sâhibi vâlidelerimizdir.
Hatîce annemiz, malını ve canını Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uğruna fedâ etmiş ve O’nu ilk tasdîk eden kimse rütbesine nâil olmuştur. Hazret-i Âişe vâlidemiz ise, Rasûlullâh’ı anlama gücüne, O’nu mükemmel bir şekilde idrâk etme kâbiliyetine ve ahlâk-ı peygamberîyi temsîl eden derin bir hissiyat ve duyguya sâhipti. Fâtıma vâlidemizde de, babasından akseden bir merhamet, şefkat ve takvâ hâli mevcuddu. Böylece bir taraftan hepsinin müşterek vasıfları bulunmasına rağmen, diğer taraftan her birinde farklı farklı ve nâdide hâl tecellîleri bulunurdu.
Firâsetin şartı, helâl lokma yemek ve kalbî hayâtı inkişâf ettirmektir.
Vâsıtî -radıyallâhu anh- buyurur:
“Firâset, kalbde parıldayan nûrun ışığıdır. Kalbde yerleşen mârifettir, (yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben bulabilme, kalben idrâk edebilme ve O’na yaklaşabilmektir). Bu mârifet ile gaybın sırları ayân olur…”
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Mesnevî’sinde mârifet sırrına şu şekilde açıklık getirir:
“Akıl, dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakîkate, ilâhî esrâra, yâni mârifetullâha vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vâsıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır. Akıl, Mustafâ’ya kurbân olsun!”
Evliyâullâhtan Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri’nin sohbetine gelen yabancı bir genç:
“«Mü’minin firâsetinden korkunuz! Çünkü O, Allâh’ın nûruyla bakar!» (Tirmizî, Tefsîr, 15) hadîsinin sırrı nedir?” diye sordu.
Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri cevâben:
“–Belindeki zünnârı çıkar! (Hristiyanların taktığı o küfür alâmetini çöz!) Ve İslâm ol!..” dedi.
Bu firâset dolu kerâmet karşısında genç, Pîr’in önünde kelime-i şehâdet getirdi ve müslüman oldu.
Hazret-i Gücdüvânî bu sefer ihvânına dönüp:
“–Biz de kalblerimizdeki zünnârı çıkaralım!” buyurdular.
Kalbdeki zünnâr, kibir, gurur, hased, cimrilik ve kıskançlık gibi gönle girmiş olan kötü ahlâktır.
Hz. Musa’nın (a..) Safura ile Evlenmesi
Şuayb -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’yı çok beğenmişti. O’nu yanında alıkoymak istedi. Bir çâre düşündü. Sonunda kızı Safura ile evlenmesini teklîf etti. Mûsâ -aleyhisselâm-, bunun nasıl mümkün olabileceğini sorunca Şuayb -aleyhisselâm-, sekiz sene koyunlarına bakması şartıyla kızıyla evlenebileceğini söyledi. Ancak on sene bakarsa daha iyi olacağını bildirdi. Gâyesi, Hazret-i Mûsâ’nın daha uzun müddet yanında kalması idi. Bu konuşma, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir:
“(Şuayb) dedi ki: «Bana sekiz yıl çalışman şartıyla şu iki kızımdan birini Sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yılı tamamlarsan, artık o da Sen’den (bir lutuf) olur; yoksa Sana ağırlık vermek istemem. İnşâallâh beni iyi kimselerden bulacaksın!»” (el-Kasas, 27)
“Mûsâ şöyle cevap verdi: «Bu, Sen’inle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bana karşı bir husûmet duymak yok. Söylediklerimize Allâh vekîldir.” (el-Kasas, 28)
Bu âyet-i kerîmede ictimâî hayatta sıkça karşılaşılan bir husûsa dikkat çekilmiştir. İnsanların en güveniliri olan iki peygamber bile, bir iş mevzuunda anlaşırken, ileride karşılaşabilecekleri muhtemel durumları da ortaya koyarak baştan her şeyi açık açık konuşup karara bağlamışlardır. En sonunda da Allâh’a tevekkül etmişler ve O’nu bu anlaşmalarına şâhit tutmuşlardır.
Nitekim anlaştıkları şekilde Mûsâ -aleyhisselâm-, Şuayb -aleyhisselâm-’ın sürülerini gütmek sûretiyle hizmete başladı.
Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- koyunlarını güderken hiçbirine bir değnek bile vurmaz, eziyet etmez ve onları aç bırakmazdı. Allâh Teâlâ da O’nu İsrâîloğullarına peygamber olarak gönderdi, O’nunla konuştu. Mûsâ -aleyhisselâm-, peygamberliğinden sonra da çobanlığa devâm etti ve milletini birçok kötülüklerden korudu.
Allâh’ın yarattıklarına şefkatli davranmayan, Allâh’ın dostu olamaz. Kim de O’nun mahlûkâtını aziz tutar, onlara şefkatle muâmele ederse, Hak ehlinin ulaştığı mertebelere nâil olur.
Çobanlık, hemen hemen bütün peygamberlerin mesleği olmuştur. Böylece, Allâh onlara tebliğ vazîfesini vermeden önce, idârecilikte lâzım olan mes’ûliyet hissi, vazîfeyi hakkıyla îfâ etme şuuru, şefkat ve merhamet gibi birtakım husûsiyetleri kazandırmıştır.
Allâh -celle celâlühû-, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, koyunları sulamak istediğinde asâsını bulunduğu yere vurup su çıkarmasını ilhâm etti. Bu lutuf sâyesinde Hazret-i Mûsâ, davarları sulamakta sıkıntı çekmiyordu.
Nihâyet Mûsâ -aleyhisselâm- çobanlık hizmetinde sekiz seneyi doldurdu. Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-, koyunları damadı ve kızına hediye etti.
Fakat Mûsâ -aleyhisselâm- hizmetini onuncu seneye kadar devâm ettirdi. Her sene makbûl olan benekli koyun az doğardı. Onuncu sene koyunların hepsi ikiz ve benekli doğdu.
Şuayb -aleyhisselâm-:
“–Bu, Mûsâ âilesine Allâh’ın bir ikrâmıdır!” dedi.
Hz. Musa’nın (a.s.) Asası
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın, koyunlarını yırtıcı hayvanlardan korumak için elinde bir asâsı vardı. Asâ’nın bir ucu tutma yeri, diğer ucu da sivri idi.
Bu asânın nereden geldiği hakkında muhtelif rivâyetler bulunmaktadır.
Bir rivâyete göre, Âdem -aleyhisselâm-’dan Şuayb -aleyhisselâm-’a kadar gelmiştir. Şuayb -aleyhisselâm- da, koyunlarını otlatması için onu Hazret-i Mûsâ’ya teslîm etmiştir.
Bulundukları yerin sağ tarafı dağlık, sol tarafı otluktu. Dağ tarafında vahşî hayvanlar vardı ve koyunları parçalayabilirlerdi. İşte bunun için Mûsâ -aleyhisselâm-, asâsını hiç yanından ayırmıyordu. Hazret-i Mûsâ, asâ ile birçok tecellîlere şâhid oldu. Sanki bu tecellîler, asâda meydana gelecek olan büyük bir mûcizeye hazırlıktı.
- Medyen’den Mısır’a Gidiş ve Tuvâ Vâdîsi
Mûsâ -aleyhisselâm-, on yıllık müddetin dolması üzerine, Şuayb -aleyhisselâm-’dan izin isteyerek zevcesi Safura ile beraber Mısır’a dönmeğe karar verdi. Koyunlarını da yanlarına alarak kış mevsiminde yola çıktılar. Hazret-i Mûsâ’nın gâyesi, kardeşi Hârûn’u da yanına alıp İsrâîloğulları’nı zulüm altında bulundukları Mısır’dan çıkarmak idi.
Yolda şiddetli bir yağmur bastırdı. Bir kış akşamıydı. Her yer zifiri karanlıktı. Geceyi geçirmek üzere bereketli Tûr Dağı’na sığındılar. Bir mağaraya girdiler. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın âilesi hâmileydi; bir çocukları dünyâya gelmek üzereydi. Bu soğuk, karanlık ve yağmurlu gecede, ateş ve ışığa ihtiyaçları vardı. Hazret-i Mûsâ, çakmak çakıyor, yanmıyordu. Böyle sıkıntılar içinde iken uzakta parlak bir ışık gördü. Âilesine, oradan bir ateş alıp döneceğini ve bulundukları yerden ayrılmamasını tenbih etti. Aslında O’nun gördüğü ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak için bir işâretti. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Sonunda Mûsâ süreyi doldurup âilesiyle yola çıkınca, Tûr tarafında bir ateş gördü. Âilesine: «Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm. Belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir kor parçası getiririm!» dedi.” (el-Kasas, 29)
“(Rasûlüm!) Mûsâ (hâdisesinin) haberi Sana ulaştı mı? Hani O, bir ateş görmüş ve âilesine: «Bekleyin! Emînim ki ben bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meş’ale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum!» demişti.” (Tâhâ, 9-10)
Mûsâ -aleyhisselâm- ışık tarafına doğru gitti. Oraya varınca, yeşil bir ağaç üzerinde parlak bir ışık sütunuyla karşılaştı.
“Oraya gelince, o mübârek yerdeki vâdînin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: «Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allâh’ım!»” (el-Kasas, 30)
“Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan:) «Ey Mûsâ!» diye seslenildi: Muhakkak ki Ben, evet Ben, Sen’in Rabbinim! Hemen nâlinlerini (ayakkabılarını) çıkar! Çünkü Sen, kutsal Tuvâ Vâdîsi’ndesin! Ben Sen’i seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver! Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allâh’ım! Ben’den başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Ben’im zikrim için namaz kıl! Kıyâmet günü mutlakâ gelecektir. Herkes peşinde koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim. Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler Sen’i ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!” (Tâhâ, 11-16)
Müfessirler, âyet-i kerîmedeki «Nâlinlerini çıkar!» ifâdesine farklı îzahlar getirip işârî[3] mânâlar vermişlerdir. Bunlar, Kuşeyrî’nin, Letâifu’l-İşârât ve Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân adlı eserlerinde şu şekilde açıklanır:
“İki nâlin, dünyâ ve âhireti temsîl etmektedir.”
“Kalbi, dünyâ ve âhiret ile ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden tecerrüd edip sıyrıl ve Allâh’ın mârifet[4] ve müşâhedesinde fânî olmaya bak!..”
Beşer idrâkinin hududları mahduddur. Bu sınırlı idrâk ile, nihâyetsiz olan ilâhî azamet ve esrârı lâyıkıyla kavrayabilmek mümkün değildir. Bunun için aklın nihâî vazîfesi teslîmiyettir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, aklın hudûdunu şu misâl ile îzâh eder:
“Hasta olan bir kimse, akılla ancak hekime kadar gider. Hekimin kapısında aklın vazîfesi biter ve bundan sonra ona hekimin tavsiyelerine teslîmiyet düşer. Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetindedir.”
Diğer bir ifâdeyle de “iki nâlinini çıkar” emri şu mânâya gelir:
“Sen tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeyi bırak; gel!”
“Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşâhede ve ıyândan, yâni göz ile gördükten sonra bunların faydası yoktur!”
Bu sebepledir ki Şeyh Şiblî Hazretleri, Allâh’a vâsıl olduktan sonra kitapların lafızlarından kurtulup, mârifetullâh ve müşâhede deryâsının enginliklerinde nice esrarlı mânâlara ermenin hazzını yaşamıştır.
Allâh Teâlâ, Hazret-i Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ Vâdîsi’nde «Nâlinlerini çıkar!» diye emretti. Çünkü, orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzû ve edeb cihetinden en münâsip olanıydı.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:
“«Îmân nedir?» diye aklıma sordum. Aklım, kalbimin kulağına eğilip: «Îmân, edepten ibârettir!» diye fısıldadı.”
Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in seçkinlerinden olan Bişr-i Hafî ve emsâli zevât, yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i sâlihîn de, Kâbe’yi yalınayak tavâf ederlerdi.
Diğer taraftan mukaddes mekânda nâlinlerin çıkarılması emri, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ayaklarının, oranın bereketinden istifâde edip, şerefyâb olması içindi.
Ancak ne ibretlidir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Mîrâc gecesi:
“Ey Habîbim! Sen Arş yaygısı üzerinde pabuçlarınla yürü ki, Arş Sen’in pabuçlarının tozu ile şereflensin ve Arş’ın nûru Sana kavuşma nîmetine nâil olsun!” denildiği rivâyet edilmektedir. (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 370)
- İki Büyük Mûcize ile Verilen Nübüvvet
«Nâlinlerini çıkar!» hitâbından sonra Mûsâ -aleyhisselâm-’a, asâsını yere atması emrolundu. Asâ dev bir yılan hâline geldi. Hazret-i Mûsâ korktu. Kendisine, korkmaması, zîrâ emniyet içinde olduğu bildirildi.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve (Mûsâ’ya) «Asânı at!» (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı büyük bir yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü Sen emniyette olanlardansın.» (buyruldu).” (el-Kasas, 31)
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsı, önceleri bir hikmet idi. Sonra kudret oldu; hem de, Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisi taşıyamadığı zamanlar O’nun azığını taşıyan bir kudret!.. Yine, Mûsâ -aleyhisselâm-, yürümekten âciz kaldığı zamanlar ona binerdi. O otururken veya uyurken kendisine gelebilecek ezâ ve kötülükleri asâ bertaraf ederdi. O’na her cins ve çeşitten meyveler verirdi. Sıcakta oturduğu zaman, üzerine gölge olurdu. Azîz ve Celîl olan Allâh, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, kudretini o asâda göstermişti. Mûsâ -aleyhisselâm- da, asâ vâsıtasıyla Allâh’ın kudreti ile ünsiyet etti. (Abdülkâdir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, s. 192)
Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı peygamber olarak tâyîn edip O’nunla konuşunca ve O’na bazı teklîfler verince, kendisine hitâben şöyle buyurdu:
“–Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” (Tâhâ, 17)
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“«–O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.» dedi.” (Tâhâ, 18)
Bunun üzerine Allâh -celle celâlühû-:
“–Yere at onu, ey Mûsâ!” (Tâhâ, 19) buyurdu.
Hazret-i Mûsâ, derhal emri yerine getirdi:
“Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Tâhâ, 20)
Bunu gören Mûsâ -aleyhisselâm- kaçmaya başladı. Ancak:
“Allâh buyurdu: «Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»” (Tâhâ, 21)
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh-, bu âyetleri şu şekilde açıklar:
“Âyetlerde beyân olunan hâdiselerin maksadı, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Allâh’ın kudretine muttalî kılmak idi. Tâ ki, Firavun’un saltanatı, O’nun gözünde büyük ve kudretli görünmesin!
Diğer bir ilâhî gâye de, Firavun ve kavmi ile harbetmeyi Mûsâ -aleyhisselâm-’a öğretmek idi. Böylece Allâh, O’nu Firavun ve ahâlîsi ile savaşmaya hazırladı ve Mûsâ -aleyhisselâm-’ı hârikulâde şeylere muttalî kıldı. Zîrâ Mûsâ -aleyhisselâm-, önceleri çekingen idi. Sonra Allâh, O’nun kalbini genişletti. Kendisine hüküm, peygamberlik ve ilim verdi.”
Bazı müfessirler de, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsını yere atmasıyla ilgili âyetin açıklamasında, bu hâdiselerin Hazret-i Mûsâ’nın iç dünyâsına âit bir irşad mâhiyetinde olduğunu beyân etmişlerdir.
Mûsâ -aleyhisselâm-, “Sağ elindeki nedir?” suâline cevâben izâfetleri, yâni fânî alâkaları zikredince, Allâh -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti. Nefs ve nefsle bağlantılı olan şeyler, koca bir yılan hâlinde temessül etti. Böylece Mûsâ -aleyhisselâm-’a nefsin hakîkati gösterildi. O ise korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Bütün bunlarla O’na bir bakıma şöyle denilmiş oldu:
“–Ey Mûsâ! İşte bu yılan, Allâh’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sâhibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.”
Âyet-i kerîmede “Asânı at!” diye emrolunmasının diğer bir işârî mânâsı da:
“Artık Sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Sen’in bir asâya dayanıp güvenmen, Sen’in için kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fânî bir varlığın olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir? Nasıl olur da Sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!” şeklindedir.
Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-, melekler dâhil bütün fânîlerin yardımından müstağnî kalarak izâfetlerden sıyrılmıştı. Bu şekilde, yalnız Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet okyanusuna dalması ile O’na ateş, serin ve selâmet olmuştu.
Nitekim Te’vîlât-ı Necmiyye adlı eserde denilmiştir ki:
“Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allâh’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allâh’ın fazl u kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularından sıyrılır.”
Bir rivayette:
“Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâîl peygamberleri gibidir!” buyrulmaktadır.
Bu ifadedeki, “Benî İsrâîl peygamberleri gibi” tâbiri, ümmet-i Muhammed’in âlimlerini tekrîm ve taltif içindir.
Evliyâullahtan Şeyh Ebu’l-Hasen Şâzelî Hazretleri, bu husustaki bir rüyâsını şöyle nakleder:
“Bir tahtın üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oturmuş, diğer bütün peygamberler de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sâlih ulemâ vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sözlerini dinlemeye başladım.
Bir ara Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben şöyle bir suâl sordu:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! «Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâîl peygamberleri gibidir!» buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gösterir misiniz?”
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İşte bu!” diyerek İmâm Gazâlî’yi gösterdi.
Hazret-i Mûsâ da Gazâlî’ye bir suâl sordu. Gazâlî, bu suâle on tane cevap verdi. Hazret-i Mûsâ, cevâbın suâle uygun olmadığını, suâlin bir tane olduğu hâlde cevâbın on tane olduğunu söyleyerek îtirazda bulundu. O zaman Gazâlî şöyle dedi:
“–Bu îtiraz Siz’in için de vâriddir. Çünkü Allâh Teâlâ da Siz’e, «Ey Mûsâ! O sağ elindeki nedir?» diye sormuştu. Bu suâlin cevâbının sâdece «O benim asâmdır!» olması gerekirken, Siz de birçok sıfatlar daha saydınız!..”
Şâzelî -kuddise sirruh- devamla der ki:
“Ben bu sırada Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kadrinin büyüklüğünü, O’nun tahtı üzerinde, diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını düşünürken, birisi, ayağı ile bana öyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aksâ’nın kandillerini yakmakta olan kayyım imiş. Bana:
«–Hayret etme! Her şey Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın nûrundan yaratıldı.» dedi. Bunu duyunca düşüp bayıldım. Ancak cemâat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat bugüne kadar bulamadım.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 2, syf, 76, Erkam Yayınları, İstanbul, 2010)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a ikinci bir mûcize olarak elini koynuna sokması emredildi. Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilâhî emri yerine getirince, eli, her türlü illet ve hastalıklardan sâlim ve parlak bir güneş gibi bembeyaz bir hâle gelmişti. Âdeta projektör gibi olmuştu. Çok şaşırdı. Sonra kendisine:
“–Elinin böyle parlak olmasından Sana ve başkalarına bir korku gelirse, elini tekrar koynuna sok! Böylece yine evvelki şekline gelir!” buyruldu.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a verilen “yed-i beyzâ” (bembeyaz, parlak el) mûcizesi âyet-i kerîmelerde şu şekilde anlatılır:
“Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın! Tâ ki, Sana en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim.” (Tâhâ, 22-23)
“(Mûsâ’ya:) «Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Heybetten, (açılan) kollarını kendine çek! İşte bu ikisi (asâ ve yed-i beyzâ), Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır!» (diye vahyedildi).” (el-Kasas, 32)
Böylece Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, iki büyük mûcize ile birlikte peygamberlik vazîfesi verdi. Dîni tebliğ etmesini bildirdi. Bunun için de önce Firavun’a gitmesini emretti:
“Firavun’a git! Çünkü o, iyice azdı.” (Tâhâ, 24)
Bunun üzerine:
“Mûsâ dedi ki: «Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm;[5] onların da beni öldürmelerinden korkuyorum.»” (el-Kasas, 33)
Daha sonra da kardeşi Hârûn’u kendisine yardımcı olarak istedi:
“Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha fasihtir. O’nu da, beni tasdik eden bir yardımcı olarak beraberimde gönder! Zîrâ bana yalancılık ithâmında bulunmalarından endişe ediyorum!” (el-Kasas, 34)
“Allâh buyurdu: «Sen’i kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz (mûcize ve yardımlarımız) sâyesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbî olanlar üstün geleceksiniz!»” (el-Kasas, 35)
Rivâyete göre Cenâb-ı Hak:
“Firavun’a git; çünkü o iyice azdı…” (Tâhâ, 24) buyurduğu zaman Mûsâ -aleyhisselâm-, âile efrâdını ve davarlarını zâhirde emânet edeceği bir kimse olmadığından:
“–Yâ Rabbî! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “muhâfaza edenlerin en hayırlısı” olduğunu hatırlatarak şöyle buyurdu:
“–Ey Mûsâ! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de âilene muhâfız kılarım.
Ey Mûsâ! Nedir bu düşündüğün? Annen Sen’i denize bıraktığı zaman Sen’i kim kurtardı? Bundan sonra Sen’i annene tekrar kim kavuşturdu? Sen hani, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun Sen’i aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit Sen’i ondan kim muhâfaza etti?..”
Mûsâ -aleyhisselâm- bu söylenenleri hem dinliyor, hem de her cümlenin sonunda:
“Sen, Sen, Sen Ya Rabbi!..” diyordu. (Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Mısır’a geldi. Firavun’un büyük bir ordusu olduğunu düşünüyordu. Allâh Teâlâ, kardeşiyle O’na:
“Siz ikiniz, benim ordularımdan iki büyük ordusunuz! Zayıf ve ezik olamazsınız!” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-, bu büyük vazîfenin ağırlığı karşısında Cenâb-ı Hakk’a şöyle tazarrû ve niyazda bulundu:
“«Rabbim! Yüreğime genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar! Bana âilemden bir de vezîr (yardımcı) ver! Kardeşim Hârûn’u. Onunla beni kuvvetlendir! Ve O’nu işime ortak kıl! Böylece Sen’i bol bol tesbîh edelim ve çok çok zikredelim! Şüphesiz Sen bizi görmektesin.» dedi.
Allâh, (Mûsâ’nın bu ilticâsını kabûl ederek): «Ey Mûsâ! İstediğin Sana verildi.» dedi.” (Tâhâ, 25-36)
Sonra Hak Teâlâ, O’na olan nîmetlerini ve ilâhî muhâfazasını şöyle hatırlattı:
“And olsun Biz Sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk. Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene (şöyle) vahyetmiştik: Mûsâ’yı sandığa koy; sonra O’nu denize (Nil’e) bırak; deniz O’nu kıyıya atsın da, Ben’im düşmanım ve O’nun düşmanı olan biri O’nu alsın. (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve nezâretimde yetiştirilmen için üzerine Ben’den bir muhabbet koydum.” (Tâhâ, 37-39)
“Hani kız kardeşin gidip: «O’na bakacak birini size bulayım mı?» diyordu. Böylece Sen’i, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri vermiştik. Ve birini öldürdün de, Sen’i endişeden kurtardık. Sen’i, iyiden iyiye imtihandan geçirdik. Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdîre göre (bu makâma) geldin ey Mûsâ!” (Tâhâ, 40)
“Sen’i kendim için (elçi) seçtim. Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün! Zikrimden uzak kalmayın! Firavun’a gidin! Çünkü o, iyiden iyiye azdı.” (Tâhâ, 41-43)
Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’a peygamber oldukları hâlde kendisini zikretmelerini emrettiğine göre bu ilâhî emrin, bizler için ne kadar ehemmiyet arz ettiği âşikârdır. Kalbî eğitim, her mü’min için zarûrîdir. Îman cevherinin merkezi kalb olduğu gibi, zikir cevherinin merkezi de kalbdir. Zikir kalbe oturduğu zaman hakîkî huzur hâline kavuşulur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Bunlar, îmân edenler ve gönülleri Allâh’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Âgâh olunuz! Kalbler ancak Allâh’ın zikriyle itmi’nâna erer (huzur bulur.)” (er-Ra’d, 28)
Nisâ Sûresi’nin 28. âyet-i kerîmesinde buyrulduğu vechile insan, zayıf yaratılmıştır. Dînî duygular kalbde yükseldikçe, nefsânî arzular oradan uzaklaşır. Din, insanı sırf şekil plânında görmek istemez. İnsan, yüce bir varlıktır. Ulvîleşmesi îcâb eder. Kalbî hayâta geçilmeden, zarîf, hassas ve ince rûhlu bir müslüman olabilmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, ibâdetlerin sâdece şekil plânında kalmasından râzı olmaz. Meselâ namazın, kalbî bir teyakkuz ile kılınmasını murâd eder.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Mü’minler felâh buldu (kurtuluşa erdi). Onlar ki, namazı huşû (kalbî kıvam) ile kılarlar!” (el-Mü’minûn, 1-2)
Aksi hâlde Cenâb-ı Hak, huşûsuz (kalbî kıvamdan mahrum) bir namazı istemez. Âyet-i kerîmede:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara! Onlar ki, namazlarından gafildirler!” (el-Mâûn, 4-5) buyurur.
Yine Cenâb-ı Hak, rûhunu zikirle ulvîleştirmeyen bir kimseye de şöyle buyurur:
“…Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)
Zîrâ, kesâfet sıkletiyle, yâni günâhların ve dünyevî alâkaların ağırlıklarıyla dolu bir kalb ile Latîf olan Cenâb-ı Hakk’a yaklaşılamaz. Kalbi, nefsânî âfetlerden korumak için zikir bir zarûrettir.
Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn -aleyhimesselâm-, Nil nehrinin kenarında buluşup kucaklaştılar. Hazret-i Mûsâ, kardeşi Hârûn’a:
“–Haydi Firavun’a gidelim! Zîrâ Allâh -celle celâlühû- ikimizi de bununla vazîfelendirdi…” dedi.
Sonra ikisi birlikte:
“Dediler ki:
«–Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azıtmasından endişe ediyoruz.»
(Allâh Teâlâ) buyurdu:
«–Korkmayın; çünkü Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.» (Tâhâ, 45-46)
“Haydi Firavun’a gidip deyin ki: «Gerçekten biz, âlemlerin Rabbinin elçisiyiz; İsrâîloğulları’nı bizimle beraber gönder!»” (eş-Şuarâ, 16-17)
Ancak Allâh Teâlâ, bu tebliği yaparken riâyet edilmesi gereken üslûbu da şöyle bildirdi:
“Ona yumuşak söz söyleyin! Belki o, aklını başına alır veya korkar!” (Tâhâ, 44)
Hak dostlarından Yezid er-Rakkâşî bu âyeti okuyunca şöyle buyurmuştur:
“Ey kendine düşmanlık edene bile merhametle muâmeleyi emreden Allâh’ım! Kimbilir dost olup insanları Sana çağırana nasıl muâmele edersin!”
Cenâb-ı Hak, Firavun’un tevhîd akîdesine gelmeyeceğini ilm-i ilâhîsi ile bildiği hâlde, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, ona karşı leyyin bir lisan kullanmasını emretmiştir. Bu tâlimat, Hazret-i Mûsâ’nın şahsında bütün emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan mü’minlere bildirilmektedir.
Yine bu hususla alâkalı olarak Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin, müşfik, yumuşak, merhametli ve müsâmahakâr tebliğ metodunu, âyet-i kerîmede şöyle medh ü senâ buyurmuştur:
“O vakit, Allâh’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (yapacağın bir) iş hakkında onlarla istişâre et! Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a tevekkül et! Muhakkak ki Allâh, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)
- Ahmak Firavun
Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn -aleyhimesselâm-, emr-i ilâhî mûcibince birlikte Firavun’a gittiler.
Firavun Mûsâ -aleyhisselâm-’a:
“–Sen kimsin?” dedi.
O da:
“–Ben, âlemlerin Rabbinin peygamberiyim!” cevâbını verdi.
Firavun önce çok şaşırdı. Daha sonra ise evvelce ona yaptığı iyilikleri başa kakarak öfkeyle Hazret-i Mûsâ’yı suçladı:
“–Sen, benim sarayımda büyüdün. Fırıncımı katlettin. Şimdi de böyle bir işe nasıl kalkarsın?!” dedi.
Bu konuşma, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:
“(Kendisine Allâh’ın emri tebliğ edilince ahmak Firavun) dedi ki:
«–Biz Sen’i çocukken himâyemize alıp büyütmedik mi?! Hayâtının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi? Sonunda o yaptığın (kötü) işi de yaptın! Sen nankörün birisin!»” (eş-Şuarâ, 18-19)
Mûsâ -aleyhisselâm- ise:
“–Ben Kıptîyi kasten öldürmedim. (Ben, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım.) Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı. O başıma kaktığın iyilik ise, İsrâîloğulları’nı köleleştirmenin bir netîcesi değil miydi?» dedi.” (eş-Şuarâ, 20-22)
Mûsâ -aleyhisselâm- devamla:
“–İşte sen böylece zulmettin; beni âilemden ayırdın! Fakat daha sonra Rabbim bana ilim ve hikmet verdi. Beni peygamber kıldı.” dedi.
Fakat:
“Firavun: «–Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?!» dedi.” (Tâhâ, 49)
“Firavun: «–Âlemlerin Rabbi de nedir?» dedi.” (eş-Şuarâ, 23)
“O da: «–Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir.» dedi.” (Tâhâ, 50)
Sonra:
“Mûsâ dedi ki: «–Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişiler olsanız, (îtirâf edersiniz ki) O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir.»” (eş-Şuarâ, 24)
“Firavun:
«–Öyle ise, önceki milletlerin hâli ne olacak?» dedi.
Mûsâ:
«–Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin yanında bir kitapta yazılıdır. Rabbim, ne yanılır, ne de unutur! O (Allâh), yeri sizin için beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir.» dedi.” (Tâhâ, 51-53)
“(Firavun) etrafında bulunanlara:
«–İşitiyor musunuz?» dedi.
Mûsâ (sözüne devâm ederek) dedi ki:
«–O, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbidir.»
(Tanrı olduğunu iddiâ eden) Firavun (bu sözlere sinirlendi):
«–Size gönderilen bu elçiniz, mutlakâ delidir!» dedi.
Mûsâ da şöyle dedi:
«–Şâyet aklınızı kullansanız (anlarsınız ki) O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir.»” (eş-Şuarâ, 25-28)
Firavun, bunun üzerine Hazret-i Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’ı işkenceli bir ölüm çeşidi olan hapisle tehdîd etti:
“Firavun:
«–Benden başkasını ilâh edinirsen, and olsun ki Sen’i zindanlıklardan ederim!» dedi.
Mûsâ:
«–Sana apaçık bir mûcize getirmiş olsam da mı?» dedi.
(Bu defâ) Firavun:
«–Doğru söyleyenlerden isen, haydi getir onu!» diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Mûsâ, asâsını atıverdi; bir de ne görsünler, asâ büyük bir yılan (oluvermiş)!” (eş-Şuarâ, 29-32)
Tanrı olduğunu iddiâ eden Firavun, gördükleri karşısında korku ve dehşete kapıldı:
“–Ne olur onu tut; bütün Benî İsrâîl’i serbest bırakacağım!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm- da asâyı eline aldı. O, yeniden eski şekline döndü.
Firavun sordu:
“–Başka var mı?”
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“Elini de (koynuna sokup) çıkardı; o da seyredenlere bembeyaz görünen (gözleri kamaştıran bir nûr) oluverdi!” (eş-Şuarâ, 33)
Firavun yine korktu. Bu mûcizelerden sonra neredeyse Mûsâ -aleyhisselâm-’a îmân edecekti. Fakat vezîri Hâmân, buna mânî oldu. Onu tahrîk etti:
“–Sen tanrısın! Sana başkasına kulluk yapmak yakışmaz! Hem herkes seni tanrı biliyor; sen tanrılıktan kulluğa inme; biz buna bir çâre buluruz!” dedi.
Alelacele 500 kişilik bir hey’et kuruldu ve toplantı yapıldı:
“Firavun, çevresindeki ileri gelenlere (Hazret-i Mûsâ’yı kastederek):
«–Bu, doğrusu çok bilgili bir sihirbaz! Sizi sihriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?» dedi.” (eş-Şuarâ, 34-35)
Hz. Musa (a.s.) ve Sihirbazlar
Hazret-i Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeler, Firavun’un kibir duygularını alt-üst etmiş; böylece o, tanrılık dâvâsını bir kenara bırakıp etrafındaki ileri gelenlerden fikir almaya mecbur kalmıştı.
“Dediler ki:
«–Onu ve kardeşini biraz burada beklet ve şehirlere toplayıcı vazîfeliler gönder; ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa getirsinler!»” (eş-Şuarâ, 36-37)
O dönemde sihirbazlık çok ilerlemişti. Firavun, bu sebeple yapılan teklîfi hemen kabûl etti.
Allâh Teâlâ buyurur:
“And olsun Biz ona (Firavun’a) bütün delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve diretti. Dedi ki:
«–Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin, ey Mûsâ?! Öyle ise, muhakkak sûrette biz de Sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi Sen, bizim aramızda, ne Sen’in, ne de bizim muhâlefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla!»” (Tâhâ, 56-58)
Mûsâ -aleyhisselâm-:
«–Buluşma zamanımız, bayram günü kuşluk vaktinde insanların toplandığı zaman olsun!» dedi.
Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Bütün hîle (vâsıtalarını) topladı; sonra geri geldi.” (Tâhâ, 59-60)
“Böylece sihirbazlar, belli bir günün tâyin edilen vaktinde biraraya getirildi. Halka:
«–Siz de toplanıyor musunuz?! (Haydi hemen toplanın!)» denildi.” (eş-Şuarâ, 38-39)
Müsâbaka günü herkes toplanmıştı. Halk, olacakları izlemek için sabırsızlanıyordu.
“(Firavun’un adamları:) «–Eğer üstün gelirlerse, herhâlde sihirbazlara uyarız!» dediler.
Sihirbazlar geldiklerinde Firavun’a:
«–Şâyet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir mükâfat vardır, değil mi?» dediler.
Firavun cevap verdi:
«–Evet, o takdîrde hiç şüphe etmeyin; gözde kimselerden olacaksınız!»” (eş-Şuarâ, 40-42)
Firavun sordu:
“–Peki, Mûsâ’ya gâlip gelebilecek misiniz?”
Baş sihirbaz şöyle dedi:
“–Biz sihrin son noktasındayız! Bu işi, yeryüzünde bizden daha iyi bilen kimse yoktur! Yâni biz, zirvenin de nihâyetiyiz! Öyle ki, gökten bozucu bir güç inmedikçe, onu mutlakâ yeneriz. Elbette biz daha güçlü ve kuvvetliyiz!”
Mûsâ -aleyhisselâm- ise, sihirbazları îkâz etti:
“Mûsâ onlara:
«–Yazık size! Allâh hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azâb ile kökünüzü keser! İftirâ eden, muhakkak perîşân olur!» dedi.” (Tâhâ, 61)
Bu îkâz sihirbazları düşünmeye sevk etti:
“Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar. Şöyle dediler:
«–Bu ikisi (Mûsâ ve Hârûn) muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sâdece.»” (Tâhâ, 62-63)
Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:
“–Öyle ise hîlenizi kurun; sonra sıra hâlinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır.” (Tâhâ, 64)
Her şeye rağmen sihirbazlar, yine de Hazret-i Mûsâ’ya hürmet ve nezâketen:
“Dediler ki:
«–Ey Mûsâ! Ya sen (önce) at veya önce atan biz olalım!»
(Mûsâ:)
«–Hayır, (önce) siz atın!» dedi…” (Tâhâ, 65-66)
“Mûsâ onlara:
«–Siz ne atacaksanız atın!» dedi.
Bunun üzerine iplerini ve değneklerini atarak:
«–Firavun’un kudreti hakkı için elbette bizler gâlip geleceğiz.» dediler.” (eş-Şuarâ, 43-44)
“…(Mûsâ) bir de baktı ki, büyüleri sâyesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ, birden içinde bir korku duydu. (Ona):
«–Korkma! Üstün gelecek olan kesinlikle sensin! Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun! Yaptıkları sâdece bir büyücü hîlesidir. Büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflâh olmaz!» dedik.” (Tâhâ, 66-69)
Bundan sonra Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisini toparladı. İçindeki ürperti zâil oldu:
“Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki:
«–Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allâh onu boşa çıkaracaktır. Çünkü Allâh, bozguncuların işini düzeltmez.»” (Yûnus, 81)
Âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı gibi sihirbazlık, yâni büyücülük, sâdece bir aldatma, yaldızlama ve fesatçılıktan ibârettir.
“Sonra Mûsâ asâsını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuveriyor!” (eş-Şuarâ, 45)
“Biz Mûsâ’ya, «–Asânı at!» diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor!” (el-A’râf, 117)
- Sihirbazların Secdeye Kapanması
Sihirbazlar, Firavun ve Mısır halkının önünde yere birkaç değnek ve ip atmışlardı. Onlar da kıvrılıp yılan gibi görülmeye başlamıştı. Ancak emr-i ilâhî ile Mûsâ -aleyhisselâm- asâsını atınca, o, kocaman bir ejderhâ olup meydandaki bütün sihir âletlerini yuttu. Sihirbazlar, bu hâlin beşerî bir sanat ve mârifet değil, ilâhî bir mûcize olduğunu anladılar. Çünkü sihir olsaydı, atılan değnek ve ipler, sihir bozulduğunda yerinde kalırdı. Hâlbuki sihirbazların sihirleri bozulup iptâl edildiği gibi, aynı zamanda değnek ve ipler de ortadan kaybolmuştu:
“Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.” (el-A’râf, 118)
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsı sihirbazların sihir âletlerinden ne varsa hepsini yutmuş, fakat asâda hiçbir farklılık olmamıştı. Allâh -celle celâlühû-, bunun beşerî bir hüner olmadığını, bilâkis kudret-i ilâhî olduğunu sihirbazlara göstermeyi murâd etmişti. Zîrâ o esnâda sihirbazların yaptığı şey beşerî bir hüner ve kâbiliyete dayanan bazı oyunlardan ibâretti. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsında zuhûr eden hârikulâde hâdise ise Allâh Teâlâ’nın kudretinin tecellîsinden başka bir şey değildi. Onun için sihirbazların alelâde hünerlerini yok ediyordu. İşte bunun içindir ki Hazret-i Mûsâ’nın beşerî bir hüner sâhibi mi olduğunu, yoksa semâvî bir kudretle mi desteklendiğini anlamak isteyen sihirbazların reisi, arkadaşlarından birine şöyle dedi:
“−Bu işler olurken Mûsâ’ya dikkatle bak bakalım, o anda ne gibi bir hâl içinde olacak?”
Arkadaşı da öyle yaptı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hâl ve tavırlarını dikkatle süzdü. Durumu baş sihirbaza şöyle bildirdi:
“−Hâdise meydana gelirken Mûsâ’nın rengi atıyor, haşyetullâh içerisinde ve ilâhî bir tecellîye mazhar durumda, fakat asâ işine devâm ediyor…”
Bunu öğrenen sihirbazların reisi şunları söyledi:
“−Öyleyse bu tecellî Allâh’tandır, Mûsâ’nın işi değildir. Zîrâ bir sihirbaz kendi sihrinden korkmaz. Hiçbir sanatkâr kendi sanatından korkmaz, bilâkis onu kolayca ve rahatlıkla icrâ eder.”
Bunları söyleyen sihirbazların reisi, daha sonra Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hak peygamber olduğuna îmân etti. Diğer sihirbaz arkadaşları da kendisine tâbî oldular ve îmân ile şereflendiler. (Abdülkâdir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, s. 38)
Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:
“(İşte bu mûcizeyi gören) sihirbazlar, derhal secdeye kapandılar:
«–Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine îmân ettik!» dediler.
Firavun (öfkeden gözü dönmüş bir hâlde):
«–Ben size izin vermeden O’na îmân ettiniz ha! Demek ki O, size sihri öğreten büyüğünüzmüş! Ama şimdi (size yapacağımı görecek ve) bileceksiniz; and olsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!» dedi.” (eş-Şuarâ, 46-49)
Bir başka âyet-i kerîmede de bu hâl şöyle bildirilmektedir:
“(Firavun) şöyle dedi:
«–Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi! Hakîkat şu ki, O, size sihir öğreten büyüğünüzdür. Şimdi mutlakâ elleriniz ile ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azâbının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız!»” (Tâhâ, 71)
Menfaate dayanan birlik ve beraberliklerin ömrü de menfaatle sınırlıdır. Sihirbazlar îmân etmeyip Firavun’u desteklemeye devâm etselerdi, Firavun’un katında makbûl kişiler olacak, belki nîmetler içinde yüzeceklerdi. Ancak, kalbleri îmâna açılıp kendilerine hidâyet verilince, bâkî olan ebedî nîmeti; fânî, yâni geçici olan rahatlığa tercîh ettiler ve Firavun’un tehdîdlerine karşı:
“«–Bize gelen apaçık mûcizelere ve bizi yaratana, seni tercîh edemeyiz. Dolayısıyla sen, yapacağını yap! Sen, ancak bu dünyâda hükmünü geçirebilirsin!» dediler.” (Tâhâ, 72)
Sonra da:
“«–Zararı yok! Hiç şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz!» dediler.” (eş-Şuarâ, 50)
Çünkü el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, ancak bu fânî dünyâya âit bir azap idi. Beden, netîcede toprağa verilecek bir kurbandır. Bedende fânîlik, rûhta ise ebedîlik (sonsuzluk) vardır. Fânî olan, bâkî olana tercîh edilemez. Bunun içindir ki sihirbazlar, apaçık mûcizeleri görünce, âyette buyrulduğu vechile Firavun’a, onun ummadığı bir tavır sergilediler:
“–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zararın dünyâya âittir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” dediler.
Devamla şöyle dediler:
“Bize, hatâlarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize îmân ettik! Allâh, (mükâfâtı) en hayırlı ve (cezâsı) en sürekli olandır.” (Tâhâ, 73)
“Biz, ilk îmân edenler olduğumuz için Rabbimizin hatâlarımızı bağışlayacağını umarız!»” (eş-Şuarâ, 51)
Ve ardından Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ eylediler:
“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 126)
Velhâsıl, sabahleyin kâfir bir hüviyetle müsâbakaya çıkan sihirbazlar, kısa bir müddet sonra kolları ve bacakları çapraz kesilerek, hepsi de birer mü’min, şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular.
Sihirbazlarla Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- arasında vukû bulan bu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’de siyak ve sibak bakımından bazı farklılıklarla dört ayrı sûrede zikredilmektedir.[6] Bir kez vukû bulmuş olan bu hâdisenin Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı yerde anlatılmış olması, şüphesiz ki onun muhtevâsındaki pek çok sır ve hikmetlerle birlikte ehemmiyetini de vurgulamaktadır.
Ne kadar ibretlidir ki sihirbazlar, mâruz kaldıkları şiddetli zulüm karşısında:
“–Yâ Rabbî! Bizleri bu zâlimin zulmünden kurtar!” diye duâ etmemişler, fânîlerin ezâ ve cefâlarına sabredip Müslüman olarak can verebilmeyi niyâz etmişlerdi. Zîrâ onlar, îmanları husûsunda herhangi bir zaafa düşmeden, son nefeslerini îmân ile verebilme endişesi içindeydiler.
Son nefesle alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyrulmaktadır. Bu îkâz-ı ilâhîye riâyetin yegâne çâresi de, Allâh ve Rasûlü’nün gösterdiği istikâmet üzere yaşayıp son nefes husûsunda Allâh’ın lutfuna ilticâ hâlinde bulunmaktır. Sırât-ı müstakîm üzere yaşayıp bu hâl ile Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olabilmenin yolu, bir âyet-i kerîmede de şöyle beyân edilmektedir:
“Ey îmân edenler! Eğer siz, Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, Allâh da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri, bu kıssayla ilgili şöyle bir işârî îzahta bulunur:
“Sihirbazlar bir ülü’l-azm peygambere, Allâh’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla tevhîd akîdesine geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezâya uğradılar.”
Gerçekten, sihirbazların Hazret-i Mûsâ’ya biraz olsun tâzîm göstermeleri, gönüllerinde îmâna açılan bir pencere ve hidâyet vesîlesi olmuştur. Zîrâ lâyıkına muhabbet ve müstehakkına husûmet, hayâtı alabildiğine ulvîleştiren müstesnâ bir müessirdir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hâdisenin derûnî vechesini de şu şekilde tahlîl eder:
“Mel’un ve zâlim Firavun, sihirbazları, îmânlarından dolayı ölümle tehdîd ederek;
«–Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak kestireceğim. Sonra da sizi affetmeyip astıracağım!» demişti.
Firavun, o anda sihirbazların korkacaklarını, ürkeceklerini ve titreyerek kendisine boyun eğeceklerini sanmıştı.
Ama Firavun bilmiyordu ki, o sihirbazlar, korku ve endişeden kurtulmuşlar, ilâhî esrâr ve hakîkatlere vâkıf olmuşlardı.
Onlar, felek havanında yüz kere dövülüp un hâline gelseler dahî, artık gölgelerini kendilerinden ayırt etme irfan ve basîretini göstermişlerdi.”
(Yâni, rûhun asıl, bedenin ise bir gölge olduğunu anlamışlar ve bir an önce bu gölgeyi fedâ edip asıllarına ulaşmışlar, yâni “fenâ fillâh” makâmına ermişlerdi.)
“Ey insan! Bu dünyâ bir uyku ve rüyâdan ibârettir. Sen oradaki cümbüş ve debdebeye sakın aldanma! Şâyet rüyâda elin kesilse veya vücûdun lime lime doğransa bile korkma! Zîrâ: «Bu dünyâ, bir rüyâdan ibârettir!» buyrulmuştur.”
- Maşıta Hatun
Firavun’un kızının hizmetkârıydı.
Birgün Firavun’un kızının saçlarını taramak için tarağı alırken “Besmele” çekti. Kız da bunu duydu ve hemen koşup babasına haber verdi.
Firavun derhal Mâşıta Hâtun’u yanına çağırtıp hesap sordu. O da Firavun’a içindeki îmân heyecanıyla cesur bir şekilde:
“–Sen de bizim gibi bir fânîsin! Nasıl olur da tanrı olabilirsin?!” dedi.
Firavun çok öfkelendi:
“–Demek sen de Mûsâ’ya îmân ettin, O’na tâbî oldun, öyle mi?!” dedi.
Ardından yavaş yavaş Mâşıta Hâtun’a işkence etmeye başladı. Fakat Mâşıta Hâtun, her şeye rağmen tevhîd akîdesinden dönmüyordu.
Bunun üzerine beş yaşındaki kızını Mâşıta Hâtun’un önüne getirdiler:
“–Eğer Firavun’un tanrılığını kabûl etmezsen, kızının gırtlağını keseceğiz!” diye tehdîd ettiler.
Mâşıta Hâtun, yine îmânından dönmedi. Nihâyet kızını gözlerinin önünde katlettiler ve kanlarını da Mâşıta Hâtun’un yüzüne sürdüler. O hâlâ büyük bir aşk ve vecd içinde:
“–Allâh birdir! Allâh birdir! Mûsâ O’nun Rasûlü’dür!” diyordu.
Firavun ve avanesi, sinirlerinden küplere bindiler. Bu sefer onun üç aylık çocuğunu getirdiler. Annesine doğru uzattılar. Çocuk, süt emmek için annesinin göğsünü aramaya başladı. Hemen geri çektiler ve:
“–Eğer yine dâvândan vazgeçmezsen, bu çocuğu da fırına atacağız!” dediler.
Mâşıta Hâtun, bu acıya da sabrederek îmânından vazgeçmedi. Sonunda üç aylık yavrucuğunu da fırına attılar. Rivâyete göre çocuk ateşlerin arasında dile gelerek şöyle dedi:
“–Anneciğim, sakın îmânından vazgeçme; sabret! Cennet ile senin aranda bir adım mesâfe kaldığını görüyorum!..”
Bu sözü duyanların çoğu Hazret-i Mûsâ’ya îmân ettiler.
Nihâyet Mâşıta Hâtun şehîd edildi. O da cennette yavrularının yanına gitti.
Bir hadîs-i şerîfte Mâşıta Hâtun’la ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
Übey bin Ka’b -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîrac gecesinde çok hoş bir koku duydu ve:
“–Ey Cibrîl, bu güzel koku da nedir?” diye sordu.
Cebrâîl -aleyhisselâm- da şöyle buyurdu:
“Bu, Mâşıta Hâtun’un, iki çocuğunun ve kocasının kabirlerinin kokusudur.” (İbn-i Mâce, Fiten, 23/4030)
Hz. Asiye’nin Şehit Edilmesi
Mâşıta’ya yaptığı zulümden sonra Âsiye Vâlidemiz, Firavun’a çok kızdı, öfkelendi ve hattâ tavır koyarak hakâret etti. Bunun üzerine Firavun, Âsiye Vâlidemizin de Mûsâ -aleyhisselâm-’a îmân ettiğini anladı. Âsiye Vâlidemiz de, bu hakîkati artık saklamadı ve ikrâr etti:
“–Evet, ben de Mûsâ’nın Rabbine îmân ettim!” dedi.
Rivâyet edildiğine göre Firavun, Âsiye’yi dört direğe bağlattı. Sırtüstü yatırdı. Üzerine bir değirmen taşı koydurdu. Çeşitli zulüm ve işkence ile şehîd etti.
Bir defasında Mûsâ -aleyhisselâm-, işkence yapılan mahalden geçerken Âsiye Vâlidemize çok ağır işkenceler yapıldığını gördü. Âsiye Vâlidemiz, ıztırâbını ifâde etmek için Hazret-i Mûsâ’ya işâret etti. O da duâ etti. Bundan sonra Âsiye Vâlidemiz, acı ve ıztırap duymaz oldu.
Diğer bir rivâyete göre Âsiye Vâlidemiz, kızgın bir çöle bırakılmıştı. Melekler kendisine gölgelik yapıyorlardı. Nihâyet Âsiye vâlidemiz bu şekilde şehîd oldu. Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden övgüyle bahsedilir:
“Allâh, inananlara Firavun’un karısını (Âsiye’yi) misâl gösterdi. O: «Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap! Beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!» demişti.” (et-Tahrîm, 11)
Rivâyete göre Âsiye Vâlidemiz, bu duâyı kendisine işkence edilirken yapmıştı. Bu esnâda ona:
“–Başını kaldır!” diye ilhâm olundu.
O da başını kaldırıp göğe baktığında, gözünden perdeler kaldırılmış ve ona cennette kendisi için yapılmakta olan beyaz incili köşkü gösterilmişti. Artık o, tebessümlerle köşkünü seyrediyor, hiçbir acı duymuyordu.
Âsiye Vâlidemizin fazîleti cümlesinden olarak Süleyman Çelebi, onun, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğumunda hazır bulunduğunu, melekler ve hûrîlerle birlikte Hazret-i Âmine’yi tebrîk ettiğini ifâde eder:
…….
Âsiyeydi biri ol mehpeykerin
Dediler oğlun gibi kadr-i cemîl,
Vermemiştir bir anaya ol Celîl…
- Kule
Mûsâ -aleyhisselâm-, tevhîd akîdesini tebliğ ettikçe mü’minler çoğalıyor, Firavun’un da hıncı ve zulmü artıyordu. O, büyük bir kule yaptırdı. Bu kuleye hayvanla çıkılıyordu. Kule, yedi senede tamamlanmıştı.
Ahmak Firavun, gûyâ bu kulenin tepesine çıkıp Mûsâ’nın Rabbi ile görüşecekti! O, tevhîd akîdesinden habersiz olduğu için kendisindeki Allâh imajı, beşerî âlemdeki şekillere, yâni antropomorfik akîdeye dayanıyordu. Bu ise, Allâh’ı şekillendirici bir telakkî idi. Aynen Yunan dinlerindeki gibi çok tanrılı tasavvura sâhipti; yer tanrısı, gök tanrısı, aşk tanrısı vs. gibi.
Firavun, bu kuleden semâlara bakacak, Mûsâ’nın Rabbine rastlamadığını halka yayacaktı. Veya:
“–Biz, bunca gücümüz, imkânımız ve medeniyetimizle göklere yol bulup erişemedik; Mûsâ nasıl çıkmış da bize haber getirmiş!” diye kısır düşünceleriyle ortalığa fitne salacaktı.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Firavun: «–Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Mûsâ’nın tanrısını görürüm. Doğrusu ben O’nun, yalancı olduğunu sanıyorum.» dedi.
Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş, süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı.” (el-Mü’min, 36-37)
Rivâyete göre, Allâh Teâlâ Cebrâîl -aleyhisselâm-’a emretti. O da kanadıyla kuleye vurdu. Binâ üçe ayrıldı. Binlerce asker öldü. Tuğla ve kiremit pişirenler de yandılar.
Firavun, bunda da muvaffak olamayınca, kızgınlığı daha da ziyâdeleşti. Kıptîlerin Sıptîlere olan zulmü, had safhaya ulaştı:
“Firavun’un kavminden ileri gelenler (Firavun’a) dediler ki:
«–Mûsâ’yı ve kavmini, seni ve tanrılığını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi bırakacaksınız?»
(O da):
«–Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!» dedi.” (el-A’râf, 127)
Benî İsrâîl, bu durumu Mûsâ -aleyhisselâm-’a şikâyet etti. O da sabır tavsiye etti:
“Mûsâ kavmine dedi ki:
«–Allâh’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz ki yeryüzü Allâh’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Netîce, (Allâh’tan korkup günahtan) sakınanlarındır.»” (el-A’râf, 128)
Fakat kavmi, Mûsâ -aleyhisselâm-’a hafifçe tavır koymaya başladılar. Peygamberlerine devamlı olarak sıkıntı veriyorlar, sabırsızlık gösteriyorlardı. Çünkü materyalist bir düşünceye sâhiptiler:
“Onlar:
«–Sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence edildi.» dediler.
(Mûsâ):
«–Umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar!» dedi.” (el-A’râf, 129)
Böylece Allâh, istikbâlin, îmân edenlerin olacağına işâret etmekteydi.
Kıptîler zulümlerine devâm ediyorlardı. Hazret-i Mûsâ, bu zulmün son bulması için duâ etti. Peşpeşe alâmetler geldi ve Kıptî kavmi üzerine teselsülen belâlar yağmaya başladı:
“And olsun ki, Biz de Firavun’a uyanları ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsûl kıtlığı ile cezâlandırdık.
Onlara bir iyilik (bolluk) gelince: «–Bu bizim hakkımızdır!» derler; eğer kendilerine bir fenâlık gelirse, bunu Mûsâ ve O’nunla beraber olanların uğursuzluğu sayarlardı.
Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk, Allâh katındandır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (el-A’râf, 130-131)
Hz. Musa’nın (a..) Mucizeleri
“(Onlar, Mûsâ’ya) dediler ki:
«–Bizi sihirlemek için ne mûcize getirirsen getir, biz Sana inanacak değiliz!»
Biz de, ayrı ayrı mûcizeler olarak onların üzerine tûfân, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular.” (el-A’râf, 132-133)
Kıptîler, azâbı gördüklerinde Hazret-i Mûsâ’ya “Büyük âlim!” diye hitâb ediyorlardı. Azap kalkınca da, isyanlarına devâm ederek “Bu, zâten geçiciydi.” diyorlardı.
Belâlar, zulüm kemâle erdiği zaman gelmeye başlar. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi Kıptîlerin zulmü iyice şiddetlenip kemâline erince, üzerlerine birçok musîbetler indirildi:
1. Tûfân
Allâh Teâlâ şiddetli yağmurlar yağdırdı. Öyle ki, Kıptîlerin evleri su ile doluyordu. Boyunlarına kadar suya gark oldular. Oturan boğuluyordu. Helâk olacak hâle geldiler. Ancak, Sıptîlere birşey olmuyordu.
Derhal Mûsâ -aleyhisselâm-’a koştular:
“–Ey Mûsâ! Rabbine duâ et; eğer bu belâ kalkarsa, îmân edecek ve Sen’inle kavmine müsâade edeceğiz.” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm- duâ etti. Sular çekildi. Ardından büyük bir bolluk başladı. Kıptîler, yine isyân ederek:
“–Bu su, bize bir azap değil, meğer bir nîmetmiş! Zâten geçecekmiş! Bunlar, Mûsâ’nın duâsıyla olmadı!” dediler.
2. Çekirge
Bir müddet sonra Hak Teâlâ çekirge sürüleri gönderdi. Bahşedilen bolluğu yediler. Ne varsa harâb ettiler. Ancak İsrâîloğulları’na bir zarar vermiyorlardı.
Kıptîler yine Hazret-i Mûsâ’ya geldiler:
“–Ey âlim! Duâ et; bu belâdan kurtulursak Sana îmân edeceğiz, Sen’i kabûl edeceğiz!” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm- duâ etti. Azap kalktı.
Ancak üzerlerinden azâbın kalktığını görerek rahatlayan Kıptîler, yine sözlerinde durmadılar; zulüm ve isyanlarına devâm ettiler.
3. Bit ve Pire
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlara bit ve pireyi Mûsâllat etti. Yemek yerlerken kapları bit ve pire ile dolardı. Bu büyük bir belâ idi. Yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a koştular. Hazret-i Mûsâ duâ etti. Bundan da kurtuldular.
Fakat yine isyâna meylettiler.
4. Kurbağalar
Bu sefer Mûsâ -aleyhisselâm- Nil Nehri’ne gitti. Asâsıyla vurdu ve bütün kurbağalar Mısır’ı işgâl etti. Yemek kaplarına varana kadar her yer kurbağalarla doldu. Kıptîler tekrar Mûsâ -aleyhisselâm-’a geldiler:
“–Ey âlim! Artık gerçekten pişmânız; sizleri Arz-ı Mev’ûd’a (Kudüs’e) bırakacağız!” dediler.
Ancak Mûsâ -aleyhisselâm-’ın duâsı ile belâ kalkınca, yine eski davranışlarını sürdürdüler.
5. Kan
Kıptîlerin bir türlü uslanmaması üzerine Allâh Teâlâ, Nil Nehri’ni kan hâline getirdi. İçecek su bulamadılar. Nil Nehri, Sıptîler içerken ve kullanırken aslî berraklığını muhâfaza ediyor; Kıptîlere ise kan oluyordu. Yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a koşup yalvardılar. Bu musîbet de üzerlerinden kaldırıldı.
Fakat yalancı ve nankör Kıptîler, yine isyanlarına döndüler.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nil Nehri’nin kan hâline dönmesi bahsini Mesnevî’sinde tasavvufî olarak ne güzel îzâh eder:
“Bir Kıptî harâretten kavrularak bir Sıptînin evine geldi:
«–Ben senin dostun ve akrabânım. Bugün ise sana şiddetle muhtaç hâldeyim. Kendin için Nil’den bir tas su doldur da bu eski dostun senin elinden su içsin! Kendin için doldurursan, içindeki kan olmaz. Saf ve sihirden âzâde olur.» diye uzun uzun yalvardı.
Sıptî de, Kıptînin mûcizeyi idrâk etmesi için Nil’den bir tas su doldurdu. Ağzına götürüp yarımını içti. Tası Kıptî tarafına eğdi ve:
«–Haydi iç!» dedi.
Kıptî, sevinerek ağzını uzattı. Lâkin su, kıpkızıl kan oldu. Bunun üzerine Sıptî, tası kendi tarafına çevirdi. Kan, tekrar saf su hâline döndü.
Kıptî öfkelendi. Hiddeti geçinceye kadar oturdu. Sonra Sıptîye döndü:
«–Ey kardeş! Bu düğümün çözülmesi nasıl olur? Bunun esrârı nedir?» dedi.
Sıptî:
«–Nil’in bu tatlı ve berrak suyunu ancak Mûsâ’nın dînine inananlar içebilir. Sen de Firavunluk yolundan ayrılıp Mûsâ yoluna girersen, ancak o zaman bu suyun berraklığına ve lezzetine kavuşabilirsin!» dedi.
Sıptî, Kıptîye nasîhatine devamla şöyle dedi:
«–Ay ile sulh hâlinde ol ki, mehtâbı göresin!»
(Burada aydan maksad, Mûsâ -aleyhisselâm-; mehtâb ise, peygamber mûcizesidir.)
«–Allâh’ın has kullarına karşı kinin, seni kör ve sağır ederek arana binlerce perde germiş! Sapıklık ve küfür vâdîsinde körü körüne dolaşıyor, hakîkate âmâ oluyorsun! Dağ gibi küfrünü istiğfâr ile erit ki, hidâyet bulasın! O zaman mârifeti bulanların kadehinden sen de nasîbini alırsın!
Allâh -celle celâlühû- Nil suyunu kâfirlere harâm edince, sen bir hîle ile, yâni beni vâsıta kılarak onu nasıl içebilirsin? Ey Kıptî! Nil’in haddine mi; ilâhî emri terk etsin de kâfirlere su olsun!..»”
Bütün bu tecellîler karşısında Firavun, her acze düştükçe:
“«–Bırakın beni; Mûsâ’yı öldüreyim! (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben O’nun, dîninizi değiştireceğinden, (yâni putperestlikten vazgeçireceğinden) yâhut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.» diyordu.” (el-Mü’min, 26)
Firavun’un bu şekilde konuşması, onun Mûsâ -aleyhisselâm-’ı öldürmek istediğine, fakat etrafındakilerin buna mâni olduğuna işâret etmektedir.
Çünkü çevresindekiler Firavun’a:
“–O, senin korkacağın bir kimse değildir. Sen tanrısın! Şâyet O’nu öldürürsen, halkın kalbine bir şüphe sokmuş olursun! Herkes senin, Mûsâ’nın mûcizeleri karşısında âciz kaldığını düşünür…” diyorlardı.
Bununla beraber Firavun’un sözleri, onun Hazret-i Mûsâ’dan ne kadar korktuğunu da göstermektedir. Aslında Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın peygamber olduğunu vicdânen kabûl ediyordu. Ancak gurur, kibir ve kör inadı, îmân etmesine mânî oluyordu.
Firavun’un bu tavırları karşısında:
“Mûsâ da:
«–Ben hesâb gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a sığındım!» dedi.” (el-Mü’min, 27)
Bu sebeple, bazı tefsîr âlimleri, bu kadar mûcizeden sonra Firavun’un hâlâ îmân etmemesindeki hikmeti, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu duâsındaki tespitle ifâde ederler. Bu tespitler de:
1. Âhirete îmân etmemek,
2. Çok kibirli olmak, şeklindedir.
Zîrâ kibirli kimse, herkesi kendinden aşağıda görmek ister. Bu sebeple kibir, hadîs-i şerîfte büyük bir günah olarak zikredilir:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îmân bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 147)
Görüldüğü üzere îmânın değeri o kadar yücedir ki, o îmân sâyesinde kişi ilâhî affa mazhar olur ve günâhının kefâretini ödedikten sonra cennet nîmetlerine nâil olur. İblîs’in vasfı olan kibir de o kadar çirkin bir vasıftır ki, cennete girmeye mânî olacak kadar îmânı zaafa uğratır.
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:
“Bir kimseye günah olarak, Müslüman kardeşini hakîr görmesi yeter!” (Müslim, Birr, 32; Ebû Dâvûd, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 18)
Lokmân -aleyhisselâm-’ın oğluna kibir ve gururla alâkalı nasîhati ne kadar güzeldir:
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)
İsrâ Sûresi’nin 37. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyrulur:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!”
Allâh Teâlâ, kibir ve gurur bataklığına düşen Firavun ve avanesini cezâlandırmasının hikmetini şöyle beyân eder:
“Onlara gösterdiğimiz her bir âyet (mûcize), diğerinden daha büyüktü. Doğru yola dönsünler diye onları azâba uğrattık.” (ez-Zuhruf, 48)
Belâlarla terbiye edilen bu millet, sıkıntı ve azap anlarında kuzu kesiliyor, üzerlerindeki azap kaldırılınca da âdeta canavarlaşıyorlardı. Onların bu iki yüzlülüklerini ve sözlerinde durmayışlarını, Allâh Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle açıklar:
“Azâb üzerlerine çökünce:
«–Ey Mûsâ! Sana olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine duâ et; eğer bizden azâbı kaldırırsan, mutlakâ Sana inanacağız ve muhakkak İsrâîloğulları’nı seninle göndereceğiz!» dediler.” (el-A’râf, 134)
“(Mûsâ’ya hitâben) dediler ki:
«–Ey sihirbaz! Sana olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine duâ et; çünkü biz artık doğru yola gireceğiz.»
Fakat Biz onlardan azâbı kaldırınca, sözlerinden dönüverdiler.” (ez-Zuhruf, 49-50)
“Erişecekleri bir müddete kadar onlardan azâbı kaldırdığımızda, hemen sözlerinden dönüverirlerdi.” (el-A’râf, 135)
- Firavun’un Sefil Propagandası
Hazret-i Mûsâ’nın mûcizeleri karşısında acze düşen ve halkının tevhîd dînine gireceğinden korkan Firavun, Nil’in kenarında bir otağ kurmuştu. İki sene müddetle gelip geçenlere:
“–Mûsâ’ya inanmayın!” diyor ve:
“–Taptığınız ilâhlarla beraber ben de sizin Rabbinizim!” diyordu.
“Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi:
«–Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?
Yoksa ben, zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?” (ez-Zuhruf, 51-52)
Firavun, kendisinin saltanat, kudret, servet ve ihtişâmını ortaya koymak istiyor, buna mukâbil Mûsâ -aleyhisselâm-’ın dilinde tutukluk bulunan fakir ve zayıf bir kimse olduğunu söylüyordu:
“O’na altın bilezikler verilmeli veya yanında O’na yardımcı melekler gelmeli değil miydi?” (ez-Zuhruf, 53) diyerek, böyle birinin peygamber olamayacağını iddiâ ediyordu.
İşte böylece:
“Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler. Onlar fâsık bir kavimdir.” (ez-Zuhruf, 54)
- Mısır’dan Çıkış
Firavun ve adamları dünyevî üstünlüklerini kullanarak Allâh’a îmân edenlere zulmediyorlardı. Gördükleri birçok mûcizelere ve başlarına çöken ilâhî azap tecellîlerine rağmen bir türlü uslanmıyor, îmân etmek istemiyorlardı. Nihâyet Mûsâ -aleyhisselâm-, onlar hakkında bedduâ etmek mecbûriyetinde kaldı:
“Mûsâ dedi ki:
«–Ey Rabbimiz! Gerçekten Sen, Firavun ve kavmine dünyâ hayâtında zînet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlara bu nîmetleri), inananları Sen’in yolundan saptırsınlar ve elem verici cezâyı görünceye kadar îmân etmesinler, diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et; kalblerine sıkıntı ver!»
(Allâh da Mûsâ ve Hârûn’a):
«İkinizin de duâsı kabûl olunmuştur. O hâlde Siz, doğruluğa devâm edin ve sakın o bilmezlerin yoluna gitmeyin!» dedi.” (Yûnus, 88-89)
Bundan sonra Kıptî halkında cild hastalığı başladı. Üç gün kuraklık oldu. Her Kıptî âilesine ayrı ayrı musîbetler geliyordu. Firavun da mecbur kalarak Benî İsrâîl’in Mısır’dan çıkmasına izin verdi. Ancak her zaman olduğu gibi, tehlike geçince yine sözünden döneceği muhakkaktı.
Bu sebeple Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın emri mûcibince, İsrâîloğulları’yla beraber Süveyş’e doğru gece vakti hareket etti. O sabah Firavun’un âilesindeki bütün kızlar tâûna yakalanıp öldüler. Firavun zâten öfkeliydi, kızların ölümü ile öfkesi iyice arttı:
“–Bunları Mûsâ yaptırdı!” dedi.
Firavun’un bunların defni ile meşgul olması, Hazret-i Mûsâ’ya epey bir zaman kazandırmıştı. Nitekim Firavun durumu öğrenince, iş işten geçmişti bile…
Allâh Teâlâ buyurur:
“Mûsâ’ya:
«–Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü tâkib edileceksiniz!» diye vahyettik.” (eş-Şuarâ, 52)
“And olsun ki Biz Mûsâ’ya:
«–Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç!» diye vahyetmiştik.” (Tâhâ, 77)
Durumu öğrenmiş bulunan Firavun telâş içindeydi:
“Firavun, şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi;
«–Esâsen bunlar, sayıları az, bölük-pörçük bir cemâattir. Fakat hakkımızda çok gayz (kin ve öfke) besliyorlar. Biz ise uyanık (ve yekvücûd) bir cemâatiz!» (diyor ve dedirtiyordu).” (eş-Şuarâ, 53-56)
Nihâyet Firavun, ordusunu topladı ve Mûsâ -aleyhisselâm-’ın peşine düştü:
“Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın ashâbı:
«–İşte yakalandık!» dediler.
Mûsâ:
«–Aslâ!» dedi. «–Rabbim şüphesiz benimledir; bana yol gösterecektir!»” (eş-Şuarâ, 60-62)
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın önünde Kızıldeniz, arkasında ise Firavun’un ordusu vardı.
- Kızıldeniz: Selamet ve Felaket Deryası
“Bunun üzerine Mûsâ’ya:
«–Asân ile denize vur!» diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı); her bölük koca bir dağ gibi oldu.” (eş-Şuarâ, 63)
İki tarafı dağlar gibi suların arasındaki yollardan Benî İsrâîl kavmi geçmeye başladı. Hattâ İsrâîloğulları Hazret-i Mûsâ’ya:
“–Ey Mûsâ! Aramızda pencereler aç da, birbirimizi seyredelim!” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm- duâ etti. Dalgaların arasından pencereler açıldı. Geçerken birbirlerini de görmeye başladılar.
Firavun istidrâc sâhibiydi. Ordusuna döndü:
“–Denize bakın! Benim önümde yürüyüp gitmiş olan kölelerime yetişmem için heybetimden nasıl da yarılıp yollar hâline geldi!”
Yâni Firavun, denizin yarılmasını Mûsâ -aleyhisselâm-’ın mûcizesi olarak değil de, kendi istidrâcı olarak görecek kadar gaflet, hamâkat ve dalâlet içindeydi.
Sonra da askerlerine emir verdi:
“–Onların hepsini öldüreceğim! Yürüyün denize!”
Fakat bir an korkup tereddüd etti. Vazgeçmeyi düşündü. Rivâyete göre o sırada Cebrâîl -aleyhisselâm- beyaz bir at üzerinde önlerine çıktı ve:
“–Haydi, yürüyün!” dedi.
Mîkâîl -aleyhisselâm- da Firavun’un ordusunun arkasına geçerek, geridekilere:
“–Haydi, geride kalmayın; yürüyün!” diye destek verdi. Sonunda bütün ordu harekete geçti.
Allâh Teâlâ buyurur:
“Ötekilerini de oraya yaklaştırdık.” (eş-Şuarâ, 64)
Hazret-i Mûsâ ve kavminin ardından, Firavun ve ordusu da denizde açılan yollara girdiler. Fakat ilâhî kahrın tecellîsiyle o engin deryâ içinde helâk olup gittiler.
“Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk.” (eş-Şuarâ, 65-66)
“Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikâm aldık ve onları denizde boğduk!” (el-A’râf, 136)
“Böylece Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık; hepsini suda boğduk. Onları, sonradan gelenler için bir selef ve ibret alınacak bir misâl kıldık.” (ez-Zuhruf, 55-56)
“Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları îmân etmiş değillerdir.” (eş-Şuarâ, 67)
Allâh’ın lutfu ile Benî İsrâîl’in hepsi kurtulmuştu. O gün 10 Muharrem’di. Şükür orucu tutuldu. Allâh Teâlâ bu ihsânını âyet-i kerîmede şöyle hatırlatır:
“Hatırlayın ki, sizi Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar, size azâbın en kötüsünü revâ görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, (fenâlık için) kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size revâ görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. Bir zamanlar Biz, sizin için denizi yardık; sizi kurtardık. Firavun taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.” (el-Bakara, 49-50)
- Kabul Edilmeyen İman: Firavun İmanı
“Biz, İsrâîloğulları’nı denizden (selâmetle) geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları tâkib etti. Nihâyet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi:
«–İnandım. Gerçekten İsrâîloğulları’nın îmân ettiğinden başka ilâh yokmuş! Ben de müslümanlardanım!»” (Yûnus, 90)
Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbur kalarak îmân halkasına tutunmak isteyen Firavun’a Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:
“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel (ömrün boyunca) isyân etmiş, dâimâ fesâdçılardan olmuştun! (Yâni bir belâ gelince uslanmış, sâlim kalınca da tekrar eski isyânına devâm etmiştin! Şimdi de böyle yapacağın için artık senin îmâna yönelişin geçersizdir.) (Ey Firavun!) Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp) bırakacağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla beraber) insanlardan bir çoğu bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 91-92)
Müfessir Zemahşerî, bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr etmiştir:
“Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini tam ve noksansız, bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olarak koruyacağız.”
Son senelerde yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi, sâhilde yüzü koyun secde eder bir şekilde bulunmuştur. Bu cesed, şu an Britihs Museum’da bulunmakta, halka teşhîr edilerek bir ibret manzarası sergilenmektedir. Bu hakîkat, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği kıyâmete kadar devâm edecek bir mûcizesidir.
Firavun’un cesedi asırlarca Kızıldeniz’de kalmasına rağmen Allâh Teâlâ’nın kudreti ile çürümemiştir. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, cesedi korunarak asırlar sonra sâhile atıldı. Nitekim üç bin yıl sonra bulunup âleme ibret olmak üzere İngiltere’de bir müzeye kondu.
- Kızıldeniz’i Geçtikten Sonra
Mûsâ -aleyhisselâm- Benî İsrâîl’i Kenan diyârına doğru götürdü.
Yolda giderken puta ve öküze tapan bir kavim gördüler. Bazıları:
“–Yâ Mûsâ! Bize de böyle bir şey yap da ona tapalım!” dediler.
Hazret-i Mûsâ, onlara nasîhat etti:
“–Allâh sizi bir zulümden kurtardı. Kıptîler sizin oğullarınızı öldürüyor ve kızlarınızı hizmetçi olarak kullanıyorlardı. Buna rağmen siz Allâh’a isyân edip O’na karşı şirke mi dalacaksınız?!” dedi.
Allâh Teâlâ buyurur:
“İsrâîloğullarını denizden geçirdik. Orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine:
«–Ey Mûsâ! Onların ilâhları olduğu gibi, Sen de bizim için bir ilâh yap!» dediler.
Mûsâ:
«–Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz!» dedi.” (el-A’râf, 138)
“Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır; yapmakta oldukları da bâtıldır.
Mûsâ dedi ki:
«–Allâh sizi âlemlere üstün kılmışken, ben size Allâh’tan başka bir tanrı mı arayayım? Hatırlayın ki, size işkencenin en kötüsünü yapan Firavun’un adamlarından sizi kurtardık. Onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır.»” (el-A’râf, 139-141)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, 12.000 kişilik iki ordu yaptı. Mısır’a gönderdi. Çocuk, hasta ve yaşlılardan başka kimse kalmamıştı. Ordunun birinin başında Yûşâ bin Nûn -aleyhisselâm-, diğerinde de Kâlib bin Yuhne kumandanlık ediyordu. Ganîmetlerle döndüler. Taşıyamayacaklarını sattılar. Artık Kıptîler tamamen perişân olmuşlardı. Bu durum, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılır:
“(Sonunda) biz onları (Firavun ve kavmini), bahçelerden, pınarlardan, hazînelerden ve değerli bir yerden çıkardık.” (eş-Şuarâ, 57-58)
“Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (yahûdîleri) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mîrasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrâîloğulları’na verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik.” (el-A’râf, 137)
“Böylece bunlara İsrâîloğulları’nı mîrasçı yaptık.” (eş-Şuarâ, 59)
“Onlar geride nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, zevk ve safâsını sürdükleri nice nîmetler bırakmışlardı.
İşte böylece Biz de onları başka bir topluma mîras bıraktık.
Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi.” (ed-Duhân, 25-29)
Cenâb-ı Hak, kahr-ı ilâhîye dûçâr olan toplumların hazîn âkıbetlerini ve târihin çöplüğünde kaybolup gitmelerini, aşağıdaki âyet-i kerîmede ne güzel tasvîr eder:
“Biz, onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Sen, onlardan herhangi birinden (bir varlık emâresi) hissediyor veya onlara âit cılız bir ses işitiyor musun?” (Meryem, 98)
Musa Aleyhisselam’ın Amalika Kavmi ile Savaşması ve Tih Sahrası
“Bir zamanlar Mûsâ, kavmine şöyle demişti:
«–Ey kavmim! Allâh’ın size (lutfettiği) nîmetini hatırlayın! Zîrâ O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı, (hür insanlar yaptı). Âlemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi.»” (el-Mâide, 20)
Bu âyetler, Hazret-i Mûsâ zamanındaki İsrâîloğulları ile ilgilidir. Bu sebeple gerek onların “âlemde hiç kimseye verilmemiş nîmetlere mazhar olmaları” gerekse “arz-ı mukaddes’in onlara vatan olarak yazılmış bulunması” hep o zamana âittir. Yoksa yüzlerce âyet ve hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gelmiş geçmiş ve gelecek bütün insanlık için Allâh’ın eşsiz bir lutfu ve nîmeti olduğundan bahseder. Mukaddes topraklara kimin vâris olacağı husûsunda ise Allâh Teâlâ’nın tâyini şöyledir:
“And olsun Zikir’den (Tevrât’tan) sonra Zebûr’da da: «Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır.» diye yazmıştık.” (el-Enbiyâ, 105)
Bu âyet-i kerîmede zulmün ve zâlimlerin sürekli pâyidâr olmayacağı; iyiliğin asıl, kötülüğün ise ârızî olduğu; hâkimiyetin, eninde sonunda sâlihlerin eline geçeceğinin mukadder olduğu ifâde buyrulmaktadır. Bu da, İslâm’ın dünyâ hayâtı husûsundaki cihânşümûl görüşünü sergilemektedir.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, kavmini Kenan diyârına götürmek için yola çıkmıştı. “Arz-ı Mev’ûd” denilen yere yerleşeceklerdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, her koldan bir temsilci seçti. Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuhne’nin reisliğinde oradaki kavmi keşfe gönderdi. Gidenler, Amâlika kavmini çok güçlü buldular. Fakat bunu, herhangi bir korkuya sebebiyet vermemesi ve hâlet-i rûhiyelerinin bozulmaması için kavimlerine anlatmamak üzere anlaştılar. Zâten Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- da, onlara böyle yapmalarını tembihlemişti. Ancak Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuhne’nin dışındakiler, durumu kavimlerine anlattılar. İsrâîloğulları da harbetmekten kaçındı:
“(Mûsâ şöyle dedi:)
«–Ey kavmim! Allâh’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrâna uğramış kimseler olarak dönersiniz!»
Onlar:
«–Yâ Mûsâ! Orada zorba bir toplum var! Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya aslâ girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de hemen gireriz.» diye cevap verdiler.” (el-Mâide, 21-22)
“Korkanların içinden Allâh’ın kendilerine lutufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi:
«–Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi, artık zaferi kesinlikle kazanmış olursunuz. Eğer mü’minler iseniz, ancak Allâh’a güvenin.»” (el-Mâide, 23)
“(Nankör İsrâîl kavmi ise):
«–Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe, biz oraya aslâ girmeyiz; şu durumda Sen ve Rabbin, gidin savaşın! Biz burada oturacağız!» dediler.” (el-Mâide, 24)
Çünkü Firavun’un zulmünden kurtulduktan sonra o kötü günleri unutan İsrâîloğulları, dünyâ nîmetlerine kavuşmuş ve rahata alışmışlardı. Dünyevî istek ve arzularını artırmışlar, Hazret-i Mûsâ’dan kudret helvâsı ve bıldırcın eti istemişlerdi. Bu nîmetler, kendilerine her gün bahşedildi. Bunlara ilâveten Mûsâ -aleyhisselâm- asâsı ile taşa vurmuş oradan da oniki pınar fışkırmıştı.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Ve sizi bulutla gölgeledik; size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik: «Verdiğimiz güzel nîmetlerden yeyiniz!» (dedik). Hakîkatte onlar, Biz’e değil, sâdece kendilerine nankörlük ediyorlardı.” (el-Bakara, 57)
“Mûsâ (çölde) kavmi için su istemişti de Biz O’na:
«–Değneğinle taşa vur!» demiştik. Derhal (taştan) oniki pınar fışkırdı. Her bölük içiceği kaynağı bildi. (Onlara):
«Allâh’ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin!» dedik.” (el-Bakara, 60)
“Biz İsrâîloğulları’nı oymaklar hâlinde oniki kabîleye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ’ya: «–Asânı taşa vur!» diye vahyettik. Derhal ondan oniki pınar fışkırdı. Her kabîle içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık; onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki):
«Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin!» Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) Biz’e değil, kendilerine zulmediyorlardı.” (el-A’râf, 160)
“Ey İsrâîloğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık! Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik.
Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz; bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra sizi gazabım çarpar! Her kimi gazabım çarparsa, hakîkaten o, yıkılıp gitmiştir.
Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, inanan ve sâlih amel işleyen, sonra doğru yoldan giden kimseyi bağışlarım.” (Tâhâ, 80-82)
İsrâîloğulları ise, isteği bitmeyen, şükürsüz ve sabırsız bir kavim oldukları için yine peygamberlerine yük olmakta devâm edip nankörlük ediyorlardı. Nitekim aşağıdaki âyet-i kerîme, bu kavmin nankörlüğünü açık bir şekilde sergiler:
“Hani siz (verilen nîmetlere karşılık):
«–Ey Mûsâ! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın!» dediniz.
Mûsâ ise:
«–Daha hayırlı olanı daha değersiz bir şey ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O hâlde şehre inin! Zîrâ istedikleriniz sizin için orada var!» dedi.
İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allâh’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allâh’ın âyetlerini inkâra devâm etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sâdece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir.” (el-Bakara, 61)
“(Nihâyet) Mûsâ:
«–Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır!» dedi.
Allâh:
«–Öyleyse orası (Arz-ı Mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık Sen, fâsık toplum için üzülme!» dedi.” (el-Mâide, 25-26)
“And olsun ki Allâh, İsrâîloğulları’ndan söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden oniki de temsilci göndermiştik. Allâh onlara şöyle demişti:
«–Ben sizinle berâberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allâh’a güzel borç verirseniz (ihtiyâcı olanlara Allâh rızâsı için fâizsiz borç verirseniz), and olsun ki sizin günâhlarınızı örterim ve sizi, zemîninden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra kim inkâr yolunu tutarsa, doğru yoldan sapmış olur.»” (el-Mâide, 12)
Fakat Benî İsrâîl kavmi, Allâh’ın kendilerine bahşettiği nîmetlere nankörlük ediyor ve ülü’l-azm peygamberlerin üçüncüsü olan Hazret-i Mûsâ’ya tavır koymaya devâm ediyorlardı. Hattâ peygamberlerine:
“–Sen Rabbinle beraber savaşa git; harbet ve kazan! Ondan sonra biz de Sen’in ardından geliriz!” diyecek kadar küstahlaşmışlardı.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onları kırk sene boyunca sıkıcı ve dar bir yer olan Tih Sahrası’nda kalmaya mahkûm etti.
Bu mekândan ne zaman çıkmaya çalışsalar, dönüp dolaşıp yine aynı dâirenin içine giriyorlardı. Tâ ki, yeni bir nesil yetişti…
Nihâyet, bu îmânlı ve zinde nesil ile, oradaki zorba kavme gâlip gelinip Arz-ı Mev’ûd’a girildi. Artık Şeria Nehri’nin doğu kıyısındaki yerler ele geçirilmiş ve Arz-ı Mev’ûd’a yerleşilmişti. Böylece Mûsâ -aleyhisselâm-’ın va’di yerine geldi.
Tevrat’ın Nüzûlu
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, İsrâîloğulları ile birlikte Mısır’dan çıkıp düşmandan kurtulunca ümmetine, Allâh katından bir Kitâb getireceğini söylemişti.
Hârûn -aleyhisselâm-’ı yerine vekil bıraktı:
“–Sen bunların yanlış işlerini ıslâh et! Ben, Allâh’ın emri ile Tûr Dağı’na gidiyorum. Orada otuz gün oruç tutacağım. Allâh’tan nâzil olacak yeni bir Kitâb ile döneceğim!” dedi.
Ancak nankör kavmi:
“–Yanında bizden şâhidler olmasını isteriz, yâ Mûsâ!” dediler.
Yetmiş kişi seçtiler. Hep birlikte Tûr’a gidildi.
Mûsâ -aleyhisselâm-, va’dedilen Kitâb’ı Cenâb-ı Hak’tan niyâz etti. Hak Teâlâ da, O’na otuz gün oruç tutmasını emretti. Bu, Zilkâde’nin otuz günüdür. Sonra Zilhicce’nin ilk on günü ile de bu oruç, kırk güne tamamlandı. Ve Hazret-i Mûsâ’ya Kitâb verilerek, kendisine kavmini doğru yola eriştirme vazîfesi tevdî edildi.
Allâh Teâlâ buyurur:
“Otuz gece (Bana ibâdet etmesi için) Mûsâ ile vaadleştik ve O’na on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin mîkâtı (tâyin ettiği vakit) tam kırk gece oldu…” (el-A’râf, 142)
Hazret-i Mûsâ, bu vazîfenin gerektirdiği kemâli kazanmayı sağlayacak oruç, zühd, ibâdet, duâ, murâkabe, iç arınma ve tefekkür için kırk günlüğüne Tûr-i Sînâ’ya dâvet edilmişti. Zîrâ Mûsâ -aleyhisselâm-, bu kırk gece içinde Rabbi ile mülâkâta hazırlanacaktı. O, göklerin sessizliğine dalmak ve yerlerin meşgalelerinden uzaklaşmak; nihâyet enginlerde yüce Yaratıcı’ya ulaşarak mânâ ummânına dalmak için, Tûr-i Sînâ’da, sâir insanlardan ayrı bir hayat sürdü. Çünkü rûhunu arındırıp aydınlatması ve ona letâfet kazandırması için buna ihtiyaç vardı.
Öyle anlaşılıyor ki, ilk otuz gün oruç vs. ibâdetlerle bir tehzîb, tezkiye ve riyâzât olmuş; sonraki on günde de Tevrât’ın nüzûlü ve Allâh ile mükâleme (konuşma) vukû bulmuştur. Yâni Mûsâ -aleyhisselâm- bu kırk günlük zaman diliminde, Allâh Teâlâ ile konuşabilecek yüce bir mânevî seviyeye yükselmiştir.
Ayrıca âyet-i kerîmede kırk gün değil de, kırk gece denmesi, aylar geceden başladığı için gün ile değil, gece ile sayılmasındandır. Dolayısıyla gündüzler de buna dâhildir. Ayrıca gecenin gündüze nisbetle daha değişik husûsiyetleri vardır. Pek çok ilâhî tecellî geceleri vukû bulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in, Levh-i Mahfûz’dan dünyâ semâsına gece indirilmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mîrâc’a gece çıkması gibi…
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Tûr-i Sînâ’da kırk gece kalmasında şu işâretler vardır:
Ehlullâhın büyük bir tecellî sabahına ermeleri için geceler gibi karanlık ıztırap saatleri ile çile doldurmaları lâzımdır. İlâhî feyiz ve bereket, umûmiyetle geceleri vâkî olur ve bütün muvaffâkıyet sabahları, ıztıraplı gecelerin seherlerini tâkib eder.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu çilesinde kırk gün, sanki ilk otuz günüyle bütün bir gece; sonraki on gün de, o gecenin seheri mesâbesindeydi. Nitekim, bu seherin fecr-i sâdık saatlerini andıran son demlerinde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh Teâlâ ile konuşma mazhariyetine erişmiş ve pek çok ilâhî tecellîyi müşâhede etmiştir.
Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr Dağı’nda hiç ara vermeden savm-ı visâl olarak otuz gün oruç tuttu; ne acıktı, ne de susadı!.. Fakat Hızır’la buluşmak üzere sefer etmesi emredildiğinde henüz yarım gün geçmeden sabrı kesildi ve acıktı. Arkadaşına:
“–Yiyeceğimizi getir, yiyelim!” dedi.
Çünkü O’nun Hızır’a gidişi bir imtihan sebebiyle idi. İmtihan üzerine iptilâ eklendi. Mahlûkun yolundaki seferde yarım günde acıktı. Fakat Tûr’da bulunması ve Allâh’a sefer etmesi ise, bir likâ (kavuşma) seferi ve Hak Teâlâ ile sohbet mâhiyetinde olduğundan, bulunduğu yerin heybeti, O’na yemeyi ve içmeyi unutturmuş, kendisini Allâh’tan başka her şeyden alıkoymuştu.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a Allâh -celle celâlühû- ile konuşması sebebiyle “Kelîmullâh” denmiştir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la dil gibi bir âlet ile değil, zamansız ve cihetsiz olarak O’nun ezeldeki “Kelâm” sıfatıyla konuştu. Allâh’ın sıfatlarından hiçbiri yaratılanların sıfatlarına benzemez. O Alîm’dir, yâni her şeyi bilir; ancak bu bilme, bizim bilmemiz gibi değildir. Kudret sâhibidir; o da bizim kudretimiz gibi değildir. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil!.. Biz dil gibi bir âlet ve harflerle konuşuruz. Allâh -celle celâlühû- bundan münezzehtir. Harfler mahlûktur. Allâh’ın kelâmı ise, mahlûk değildir; harfsiz ve âletsizdir. Nitekim Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh -celle celâlühû- ile konuşurken, yanındaki 70 kişi ve Cebrâîl -aleyhisselâm- bu konuşmayı fark ve idrâk edemediler…
Kelîmullâh Mûsâ bin İmrân -aleyhisselâm-’a mânevî âlemden birçok manzara müşâhede etti. Bunlar, O’nun arzusuyla olmuş da değildi. Rivâyete göre keyfiyeti bizlere meçhûl olan dörtbin yüzyirmi kelime ve ayrıca ondört kelime, O’na vâsıtasız olarak takdîm edildi. Her bir kelimenin gelişinde Hazret-i Mûsâ, büyük sarsıntılar geçirdi. O’nun vücûdu ve tabîatı, bu kelimelerin gelişi sebebiyle büyük değişikliğe uğradı.
Bu mukâleme ile alâkalı olarak âyet-i kerîmede:
“…Allâh, Mûsâ’ya mutlak olarak konuştu.” (en-Nisâ, 164) buyrulmaktadır.
Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın gönlünü teskîn ve tesellî etmek için binlerce hitâb gönderdi ki, nîmetleriyle gönlü bir nebze rahatlayıp huzur olsun!.. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm-, beşerî fırtınalar ve kasırgalarla dolu bir hayat yaşamış, azgın ve materyalist bir kavim olan Benî İsrâîl’e şerîat ikâme etmek üzere gönderilmiş bir peygamberdi…
- Kırk Sayısının Hikmeti
Kırk sayısı rûhî olgunluk bakımından pek ehemmiyetlidir:
1. Hazret-i Âdem’in çamurunun mayalanması, kırk gün sürmüştür. Rivâyet edildiğine göre:
“Allâh, Âdem’in hilkat toprağını kırk gün kudret eliyle yoğurmuştur.” (Taberî, Tefsîr, III, 306)
Bu günlerin her biri, keyfiyeti bizlerce meçhûl olan bir zaman dilimidir.
2. Her bir insan, anne karnında 40 gün nutfe, 40 gün aleka ve 40 gün mudğa hâlinde bulunur; sonra rûh üflenir. Bu hususta Sahîhayn’de geçen bir hadîs-i şerîf şöyledir:
İbn-i Mes’ud -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Sâdık (doğru) ve Masdûk (sadâkati tasdîk olunmuş) olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
«Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem olur. Sonra bu kadar müddetle “aleka” olur. Sonra bu kadar müddette “mudğa” olur. Sonra Allâh bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini, amelini, şakî veya saîd olacağını yazar, sonra ona rûh üflenir…»” (Buhârî, Kader, 1; Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, Kader, 1/2643)
3. Peygamberlerin Hakk’ın kelâmını işitmeleri bakımından kırk günün büyük bir ehemmiyeti olduğu gibi, evliyâullâhın kalblerinden hikmet pınarlarının fışkırması için de bunun ehemmiyeti büyüktür.
Hadîs-i şerîfte:
“Kırk sabah ihlâsla Rabbine yönelen kimsenin kalbinden diline hikmet pınarları akar!” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 137/8361) buyrulmuştur.
Tasavvufta mânevî terakkî için kırk gün müddetle tatbîk edilen ve “çile” yâhud “erbaîn” diye tâbir olunan usûlün esbâb-ı mûcibeleri de bu hadîs-i şerîf ile Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Tûr Dağı’nda yaşadığı kırk günü bildiren âyet-i kerîmelerdir.
Cismâniyetin rûhâniyete bağlanması 40’a mahsus olduğu gibi, ondan ayrılması da yine 40’a mahsustur. Âdetullâh böyledir.
İrfân ehli de, dört ve dördün katlarının ehemmiyetine dikkat çekmişlerdir. Meselâ;
Kâinâtın temelini dört unsur oluşturur: Su, hava, toprak ve ateş.
Arş-ı A’zam dört köşelidir; onu sekiz melek taşır.
Mûsâ -aleyhisselâm- kırk gün (gece) oruç ve riyâzâtla emrolunmuş; bundan sonra kendisine Rabbi ile konuşma şerefi bahşedilmiştir…
Musa Aleyhisselam’ın Allah’ı Görmek İstemesi
Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la konuşurken, gözünden perdeler kalkmıştı. Zamansız ve cihetsiz bir şekilde net olarak Arş-ı A’lâ’yı seyrediyordu. Levh-i Mahfûz’u yazan kalemin gıcırtılarını duymaktaydı. Yanında ise Cebrâîl -aleyhisselâm- ve 70 kişi olduğu hâlde, onlar hiçbir şey işitmediler. Zîrâ Mûsâ -aleyhisselâm-, çok üstün bir makam ve mertebeye yükselmişti.
Nihâyet Mûsâ -aleyhisselâm-, bu konuşmadan o kadar lezzet aldı ki, şevki iyice arttı. Kendisinde bambaşka bir hâl meydana geldi ve Cenâb-ı Hakk’ı görmek istedi. Bu arzusunda da ısrar etti.
Allâh Teâlâ ise:
“Sen beni göremezsin!” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm- yine talebinde ısrar edince, Cenâb-ı Hak:
“Şu dağa bak! O dağ yerinde durabilirse, Sen de Ben’i görebilirsin!” buyurdu. (Bu dağ, Medyen diyârında Zübeyr denilen büyük bir dağ idi.)
Bir rivâyete göre, Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a yetmiş hicâb arkasından dirhem kadar nûr gösterdi. Nûr, dağa tecellî etti ve dağ infilâk etti. Mûsâ -aleyhisselâm-, bu kudret ve azametin ihtişâmına dayanamadı; korktu ve bayıldı.
Âyet-i kerîmede bu vâkıa şöyle anlatılır:
“Mûsâ tâyîn ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi O’nunla konuşunca:
«–Rabbim! Bana (kendini) göster; Sen’i göreyim!» dedi.
(Rabbi):
«–Sen Ben’i göremezsin! Fakat şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, Sen de Ben’i göreceksin!» buyurdu.
Rabbi, o dağa tecellî edince, onu un ufak etti. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki:
«–Sen’i (bütün) noksan sıfatlardan tenzîh ederim; Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.»” (el-A’râf, 143)
Tasavvuf erbâbı bu hususta işârî olarak buyurmuşlardır ki:
Mûsâ -aleyhisselâm- beşerî idrâk ile o sonsuz mânâ ummânının hakîkatini müşâhede etmek istedi. Fakat isteğine verilen cevap, arzu ettiği gibi olmadı. Hâlbuki onun idrâki, gönül gözü ile birdi. Gönlü kendi zannına göre yegâne idi. Bu sebeple Rabbini görmek istedi.
Fakat Mûsâ -aleyhisselâm-, tecellî ânında bayılıp düştü. O esnâda kendisine hâl lisânıyla dediler ki:
“–Ey Mûsâ! Bu mazhariyet, Sen’in için değildir. Sen’den sonra gelecek yetîme âittir.”
O da, bu hitâbı tasdîk için:
“–Yâ Rabbî! Sen’i tesbîh ve tenzîh ederim. Sana; ancak Sen’in zâtına has sevgili kıldığın ve kendisine makamların en yükseğini tahsîs eylediğin Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vâsıl olabilir. Benim için olmayan bir şeyi istemekten Sana tevbe ederim. Ben, müşâhede makamlarının en yükseğinin Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya mahsûs olduğuna îmân edenlerin ilkiyim!” dedi.
Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- Tûr Dağı’ndan döndüğünde, Allâh Teâlâ’nın nûru hâlâ yüzünde in’ikâs hâlindeydi. Bu yüzden üç gün müddetle yüzünü örtmüştü.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Mûsâ -aleyhisselâm-, o yüce huzûr ve makâmdan sonra O’na kim baksa ölüyordu. Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- yüzünü bir örtü ile örttü. İnsanlarla bir müddet o şekilde konuştu.” (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr, c. III, s. 116)
Urve bin Ruveym de şöyle anlatıyor:
“Mûsâ -aleyhisselâm- Rabbi ile konuşmasının ardından hanımına yaklaşamıyordu ve yüzünü bir örtü ile örtüyordu. Çünkü kim ona baksa ölüyordu. Hanımı O’na dedi ki:
«–Kırk yıldır sana yönelmişim, beni de bir nazar (bakış) ile faydalandırsan ya!»
Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- örtüyü kaldırdı. Yüzündeki güneş gibi bir nûr hanımını kaplayıverdi, gözleri kamaştı. Hanımı derhal kendi yüzünü elleriyle kapadı ve Allâh için secdeye vardı.” (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr, c. III, s. 116)
Vehb bin Münebbih de şöyle diyor:
“Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh ile her mükâlemesinin ardından üç gün boyunca yüzünde (müthiş) bir nûr görülürdü.” (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr, c. III, s. 116)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr Dağı’nda Zât-ı İlâhî’den bir tecellî kırıntısı karşısında bayılıp düşmüş ve ardından üç gün yüzünü örtmesini îcâb ettirecek derecede bir nûr in’ikâsına mazhar olmuştu. Hâlbuki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Cenâb-ı Hak’la Mîrâc’da Sidretü’l-Müntehâ’nın da ötesinde, Kur’ânî beyân ile: «قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنىَ» “birleştirilmiş iki yay arası kadar, hattâ daha da yakın”[7] olarak tavsîf edilen bir vuslat ânında mükâleme ve müşâhede nîmetine ermişti. O hâlde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de niçin Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’daki gibi bir tesir izi görülmediği husûsunu, ehlullâh hazarâtı şu şekilde îzâh ederler:
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, o hâlleri yaşarken “telvîn” sâhibi idi. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise “temkîn”[8] sâhibi idi. Şöyle ki; Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dâimî bir “müşâhede huzûru”ndaydı. Mîrâc’da sâdece bir huzûrdan diğer bir huzûra ve bir “müşâhede” keyfiyetinden farklı bir “müşâhede” keyfiyetine geçirilmiştir. İşte bu husûsiyeti sebebiyle de hadîs-i şerîflerinde:
“Ben, sizden biriniz gibi değilim; Rabbimin yanında gecelerim, Rabbim beni yedirir içirir.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 3/32, 42)
“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, 8) buyurmuştur.[9]
- Sen Ben’i Göremezsin!
Yine ehlullâh hazarâtı, Cenâb-ı Hakk’ın:
“(–Yâ Mûsâ!) Sen Ben’i göremezsin!” hitâbını da işârî olarak şöyle tefsîr etmişlerdir:
“Yâ Mûsâ! Sen mevcud oldukça, yâni Sen Ben’de fânî olmadıkça, Ben Sen’in için gizliyimdir. Şâyet Sen, Ben’de fânî olursan, Ben Sana âşikâr olurum!”
Yâni, semâda güneş varken, nasıl yıldızlar gözükmüyorsa; denize ulaşan bir dere, onda nasıl kayboluyorsa; bir taş, göze sürme olarak çekildiği zaman, nasıl kendinde taşlıktan birşey kalmıyorsa; bir buğday tânesi, vücûda gıdâ olarak girdikten sonra nasıl buğdaylığını kaybediyorsa; Allâh’ta fânî olanın da izâfî ve türâbî vücûdu, Hak’ta fânî olur ve kendisine yabancılaşır.
Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, nefsin esâretinden kurtulmak için büyük bir iştiyâk ile ölüm ânını bekledi. O âna, “şeb-i arûs” (düğün gecesi) dedi.
Hallâc-ı Mansûr da, o mânevî sekir hâlinde:
“Dostlar! Beni öldürünüz! Zîrâ benim kurtuluşum, ölümümdedir!” dedi.
Yaşanan bu hâle, tasavvufta “vahdet-i vücûd” veya “vahdet-i şühûd” denir. Ancak bu, geçici bir hâldir. Ve bu mânevî hâlin hakîkî keyfiyetini ancak o hâli yaşayanlar bilir.
- Rabbim! Sen’i Göreyim!
Cenâb-ı Hak’la ezelî olan kelâm sıfatının tecellîsi ile konuşması netîcesinde Mûsâ -aleyhisselâm-’da tatlı, hoş bir zevk hâli hâsıl olmuştu. O, bu hâldeyken Cenâb-ı Hakk’a “Rabbim! Sen’i göreyim!” diye ısrar etti. Netîcede dağ infilâk etti. Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı. Kendisine gelince de, istiğfâr etti. Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın sözlerini duyunca, âdeta kendisinin dünyâda olduğunu unutmuş, âhirete; cennet ve cemâlullâha kavuştuğunu zannetmişti.
Rivâyete göre nûr-i ilâhînin kırıntı kabîlinden bir tecellîsiyle infilâk eden dağ, paramparça oldu. Her parçası bir yere dağıldı. Dağ âdeta un gibi savruldu, dağılıp deryâlara düştü. Ondan içine bir parça düşen sular tatlı oldu, bu sulardan içen hastalar şifâ buldu.
Allâh Teâlâ, kelâmdaki büyük bir tecellîsi olan Kur’ân-ı Kerîm hakkında da, âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Eğer Biz, bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allâh korkusundan baş eğerek, paramparça olmuş görürdün! Bu misâlleri, insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21)
Bu sebeple, yüce dağlarıyla yer ve engin ufuklarıyla gökler, ilâhî emâneti yüklenmekten çekinmişlerdir. Bu hakîkati de, Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklîf ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın mükâlemesinden sonra Tevrât nâzil olmaya başladı. Yedi veya on levha hâlinde inzâl buyruldu. 40 cüz idi. Tevrât nâzil olurken, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile beraber her harf için bir melek vazîfelendirildi. Bu melekler, Tûr Dağı’nın başında Tevrât’ı Hazret-i Mûsâ’ya takdîm ettiler.
- Tûr Dağı’ndaki Bir Mülâkât
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Allâh Teâlâ ile olan bir mülâkâtını, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle anlatır:
“Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisine has olduğunu sandığı altı husûsiyetten, bir de sevmediği yedinci vasıftan Rabbine suâlde bulundu:
«–Yâ Rabbî! Hangi kulun en müttakîdir?»
«–Devamlı zikreden ve aslâ unutmayan.»
«–Hangi kulun en çok hidâyette olandır?»
«–Hidâyete tâbî olan (Kitâb ve Sünnet’in muhtevâsında yaşayanlar)’dır.»
«–Hangi kulun hüküm vermede en âdildir?»
«–İnsanlar hakkında, kendi hakkında hükmettiği gibi hükmedendir.»
«–Hangi kulun en âlimdir?»
«–İlimden aslâ doymayan (ve ilmini irfâna çeviren, yâni yaşayışıyla tebliğ eden)dir.»
«–Hangi kulun en şereflidir?»
«–Güçlü iken affetmesini bilendir.»
«–Hangi kulun en zengindir?»
«–Kendisine verilene râzı olan (ve infâk eden)’dir.»
«–Hangi kulun en fakirdir?»
«–Sâhib-i menkûs, yâni hâli noksan olan, kendisine verileni az bulup fazlasını isteyen (kanaatten mahrum olan)dır.»” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XV, 899/43549)
Altın Buzağı Kıssası
İsrâîloğulları, Mûsâ -aleyhisselâm- ile birlikte Kızıldeniz’den geçtikten sonra, sığırbaşı şeklinde putlara tapan bir kabîleye rastlamışlardı. Hazret-i Mûsâ’ya:
“–Sen de bize böyle bir ilâh yap da, ona ibâdet edelim!” demişlerdi.
Mûsâ -aleyhisselâm- ise, kendilerine nasîhat etmiş ve bunun büyük bir şirk olduğunu bildirmişti. Onlar da pişman olup tevbe etmişlerdi.
Ancak Mûsâ -aleyhisselâm-, Hârûn -aleyhisselâm-’ı kendi yerine vekîl bırakıp Tûr Dağı’na gittikten sonra, onlara karşı îmansızlığını gizleyen Sâmirî isimli nankör bir yahûdî, Hazret-i Mûsâ’nın yokluğunu fırsat bilerek halktan altın topladı ve bir buzağı yaptı. Sonra da:
“–Bu Mûsâ’nın ilâhıdır! Fakat Mûsâ, tanrısını unuttu!” deyip halktan buzağıya tapmalarını istedi.
Sâmirî, sanatkâr bir kimseydi. Buzağıyı öyle ustalıkla yapmıştı ki, içine rüzgâr girdiğinde canlıymış gibi böğürüyordu. Bunu buzağıda açtığı deliklerle sağlamıştı ve rüzgârın şiddetine göre kaval gibi sesler çıkıyordu. Ardında da Sâmirî:
“–Bakın ilâhınız sizinle konuşuyor!” diyordu.
Böylece Sâmirî, onun tanrı olduğunu halka telkîn ederek, bir kısım İsrâîloğulları’nı hak dinden uzaklaştırdı. Hârûn -aleyhisselâm- kendilerine ısrarla îkazda bulundu, fakat dinlemediler.
Bu hâl, âyet-i kerîmelerde şöyle beyan buyrulur:
“Hakîkaten Hârûn, onlara daha önce:
«–Ey kavmim! Siz bunun yüzünden sâdece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allâh’tır. Şu hâlde bana uyunuz ve emrime itâat ediniz!» demişti.” (Tâhâ, 90)
“Onlar:
«–Biz, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan aslâ vazgeçmeyeceğiz!» dediler.” (Tâhâ, 91)
“(O sırada Tûr’da bulunan Hazret-i Mûsâ’ya) Allâh buyurdu:
«–Sen’den sonra Biz, kavmini (Hârûn ile kalan İsrâîloğulları’nı) imtihân ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.»” (Tâhâ, 85)
“(Tûr’a giden) Mûsâ’nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykeli (yaparak onu tanrı) edindiler. Görmediler mi ki, o, kendileriyle ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? (Acziyetine rağmen) onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular.” (el-A’râf, 148)
“Mûsâ, kızgın ve üzgün bir hâlde kavmine dönünce:
«–Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?» dedi.
Tevrât levhalarını yere attı ve kardeşi (Hârûn’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi):
«–Anam oğlu! Bu kavim, beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!» dedi.” (el-A’râf, 150)
“(Mûsâ):
«–Ey Hârûn! Sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit benim yolumu tâkip etmedin? Emrime âsî mi oldun?» dedi.
(Hârûn):
«–Ey annemin oğlu! Saçımı sakalımı çekme! Ben Sen’in: “İsrâîloğulları’nın arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!” demenden korktum.» dedi.” (Tâhâ, 92-94)
Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârûn, ana-baba bir kardeştirler. Durum böyle olduğu hâlde, Hârûn -aleyhisselâm-’ın “anam oğlu” demesinin sebebi, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın merhametini celbetmek içindi. Zîrâ ana, hem baba ve kardeşten daha şefkatliydi, hem de onların anneleri, Allâh’a îmân etmiş ve oğullarının sevgi ve hürmetlerini kazanmış sâliha bir anneydi.
“(Mûsâ da:) «–Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine kabûl et! Zîrâ Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!» dedi.” (el-A’râf, 151)
“(Sonra) Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü:
«–Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu hâlde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan va’dinizden döndünüz!» dedi.” (Tâhâ, 86)
“Dediler ki:
«–(Yâ Mûsâ!) Biz sana olan va’dimizden, kendi kudret ve irâdemizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısırlıların) zînet eşyâsından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.»
(Sâmirî’nin telkîni ile zînetleri eritmek ve buzağı yapmak için ateşe attılar.)
Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli îcâd etti. Bunun üzerine:
«–İşte bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır, fakat onu unuttu.» dediler.” (Tâhâ, 87-88)
Hazret-i Mûsâ, onlardan bu çirkin işlerinden dolayı tevbe etmelerini istedi. Tevbe şartının da, çok pişman olmak ve ölüm olduğunu bildirdi. Onlar da:
“–Sabrederiz!” dediler ve hükmü beklediler.
“Mûsâ kavmine dedi ki:
«–Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaratanınıza tevbe edin ve nefslerinizi öldürün! Öyle yapmanız, Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allâh tevbenizi kabûl etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabûl eden ancak O’dur.” (el-Bakara, 54)
Öldürecek olanlar, öldürüleceklerin başında ellerinde birer kılıç olduğu hâlde beklemeye başladılar. Her puta tapanın ardında, emir gelince onun boynunu vurmak üzere bir kişi vazîfelendirilmişti. Hattâ bunların içinde birbirlerine akrabâ olanlar dahî vardı:
“Pişmân olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce:
«–Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bağışlamazsa, mutlakâ ziyâna uğrayanlardan olacağız!» dediler.” (el-A’râf, 149)
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn, şefkatlerinden dolayı ağlayarak duâ ettiler. Âyet indi ve tevbeleri kabûl oldu:
“Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de îmân edenlere gelince, şüphesiz ki o (tevbe ve îmândan) sonra, Rabbin, elbette bağışlayan ve merhamet edendir.” (el-A’râf, 153)
Ve Allâh Teâlâ, şöyle buyurdu:
“O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” (el-Bakara, 52)
Bundan sonra Mûsâ -aleyhisselâm- Sâmirî’ye döndü:
“«–Ya senin zorun neydi, ey Sâmirî?!» dedi.
O da:
«–Ben, onların görmediklerini gördüm. Zîrâ, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevherâtın içine) attım. Bunu böyle, nefsim bana hoş gösterdi.» dedi.” (Tâhâ, 95-96)
Müfessirlere göre, Sâmirî’nin, halkın görmeyip de kendisinin gördüğünü ve izinden bir avuç toprak aldığını iddiâ ettiği elçi, Hazret-i Mûsâ’nın huzûruna gelen Cebrâîl’di. Sâmirî, onun atının bastığı yerlerin yeşerdiğini görmüş, izinin toprağından bir avuç alıp altınları erittiği ateşe atmıştı.
“Mûsâ:
«–Çekil git! Artık sen, hayâtın boyunca: “Bana dokunmayın!” diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir cezâ günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemîn ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız!» dedi.” (Tâhâ, 97)
Rivâyete göre, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın âyet-i kerîmedeki bedduâsından sonra Sâmirî, hakîkaten ağır ve bulaşıcı bir hastalığa yakalandı ve ömrü boyunca insanlardan uzak durmak zorunda kaldı.
“Buzağıyı tanrı edinenler var ya, işte onlara mutlakâ Rabblerinden bir gazap ve dünyâ hayâtında bir alçaklık erişecektir. Biz iftirâcıları böyle cezâlandırırız.” (el-A’râf, 152)
“Mûsâ’nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için hidâyet ve rahmet (haberi) vardı.” (el-A’râf, 154)
Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a buzağıya taptıkları için pişmân olan İsrâîloğulları’nı temsîlen yetmiş kişi seçerek huzûruna getirmesini ve hep beraber tevbe etmelerini istemişti.
Hazret-i Mûsâ, emr-i ilâhî mûcibince yetmiş kişi ile Tûr’a gitti. Fakat nankör kavim, Allâh’ı görmek isteme cür’etinde bulundu. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem oldu ve bayılıp düştüler. Sonunda Hazret-i Mûsâ, Allâh’a yalvardı da bu âfet kaldırıldı.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Bir zamanlar:
«–Ey Mûsâ! Biz Allâh’ı açıkça görmedikçe aslâ Sana inanmayız!» demiştiniz de, bakıp durduğunuz hâlde hemen sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredesiniz!” (el-Bakara, 55-56)
“Mûsâ, tâyin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçmişti. Onları o müthiş deprem yakalayınca, Mûsâ dedi ki:
«–Ey Rabbim! Dileseydin, onları da beni de daha evvel helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin? Bu iş, Sen’in imtihânından başka bir şey değildir! Onunla, dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sâhibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen affedenlerin en hayırlısısın!»” (el-A’râf, 155)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, duâsına şöyle devâm etti:
“Ve bize hem bu dünyâda bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de tevbe edip Sen’in hidâyetine yöneldik…” (el-A’râf, 156)
“…(Allâh Teâlâ cevâben) buyurdu ki:
«–Azâbım vardır ki, onu dilediğime isâbet ettiririm; rahmetim de vardır ki, o her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da müttakîlere, zekâtını verenlere ve âyetlerimize inananlara mahsus kılacağım. Onlar ki, o ümmî peygambere (Hazret-i Muhammed’e) tâbî olurlar, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, O’nun izinden giderler ki, O, onlara iyiyi emreder ve kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar. İşte o vakit O’na îmân eden, O’na kuvvetle hürmet gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun peygamberliği ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte asıl murâda eren kurtulmuşlar onlardır.»” (el-A’râf, 156-157)
Ashâbdan Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:
“–Yâ Rabbî! Ben levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!”
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Levhalarda dünyâya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbî! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların İncil’leri (kitapları) sadırlarındadır, oradan ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını bakarak yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Hazret-i Mûsâ:
“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamazsa ona karşılık 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Nakledildiğine göre bunun üzerine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp:
“–Allâh’ım! Beni de ümmet-i Muhammed’den eyle!” diye yalvardı. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 259)
Bizler, -hamdolsun ki- meccânen, yâni hiçbir bedel ödemeden ümmet-i Muhammed olarak dünyâya geldik. Bunun için ne kadar şükretsek azdır. Fakat her şeyin bir bedeli olduğu gibi bu nîmetin de bir bedeli vardır. Dolayısıyla bizler, ümmet-i Muhammed olmanın mes’ûliyetini hakkıyla idrâk etmeli ve O’na hayırlı bir ümmet olarak yaşamalıyız ki, kıyâmet günü O’nun civârında yer almaya ve şefaat-i uzmâsına ermeye liyâkat kazanabilelim.
İsrâîloğulları, bir müddet sâkin yaşadı. Sonra yine azdılar. Tevrât’ın hükümlerinin ağır olduğunu, bunları tatbîk etmekte zorlandıklarını bildirdiler. Tevbe ederken verdikleri teminâtı unuttular. Allâh -celle celâlühû- da, Tûr-i Sînâ’yı mûcize olarak üzerlerine kaldırdı. Çok korktular. Secdeye kapandılar. Dağ, çöktü-çökecek diye beklediler:
“Sizden sağlam bir söz almış ve Tûr Dağı’nı üzerinize kaldırıp demiştik ki:
«–Size verdiğimizi kuvvetle tutun! Onda bulunanları dâimâ hatırlayın. Umulur ki, takvâya erersiniz!»
Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allâh’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.” (el-Bakara, 63-64)
Fakat İsrâîloğulları, yine aynı hâllerini sürdürdüler. İyice aşırı gidenler, ilâhî gazaba dûçâr oldular:
“İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine; «Aşağılık maymunlar olun!» dediklerimizi elbette bilmektesiniz. Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesîlesi kıldık.” (el-Bakara, 65-66)
Allâh Teâlâ, Benî İsrâîl’den kötülükte kasten ısrar edenleri maymun şekline sokmuş, sonra da onları helâk etmiştir. Bunun, insanların aslının maymun olduğu iddiâsıyla bir alâkası yoktur. Üstelik bunlarda nesil devâmı da olmamıştır.
Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalblerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (Kitâblarını tahrîf ederler), ihtâr edildikleri hakîkatlerden nasip almayı unuturlar. İçlerinden pek azı hâriç, onlardan dâimâ hâinlik görürsün! Yine de Sen onları affet ve aldırış etme! Şüphesiz Allâh, ihsân sâhiplerini sever.” (el-Mâide, 13)
Tevrât, yalnızca bir nüsha idi. Kimsenin ezberinde de tamamı mevcud değildi. İsrâîloğulları, Bâbilliler’e esîr düşünce, bu tek Tevrât nüshası kayboldu. Yıllar sonra İsrâîloğulları, esâretten kurtulunca, hatırda kalan bazı bölümler tespit edilebildiği kadarıyla yeniden yazıldı. Bugün, elde bulunan Tevrât’ta da, tahrîf edilmiş hâlde bu eksik bölümler ile kısmen Hazret-i Mûsâ’nın hayâtı yazılıdır.
- İnek Kurbân Edilmesi
İsrâîloğulları’ndan Âmil isminde çok zengin birisi ölü olarak bulundu. Öldüren, amcasının oğullarıydı. Sebepleri husûsunda şu rivâyetler vardır:
1. Onu, çok fakir ve cimri olan amcasının oğulları, servetine hased ederek öldürmüştü.
2. Âmil, bir kadınla evlenmiş, amcasının oğlu da o kadını almak için onu kardeşinin yardımıyla öldürmüştü.
Kâtiller, onun ölüsünü iki köy arasına bıraktı. Tâ ki onlar, birbirlerine hasım olsunlar…
Halk, Hazret-i Mûsâ’ya mürâcaat edip kâtilin bulunmasını ve kısâs yapılmasını istediler. Mûsâ -aleyhisselâm-, kâtilin kim olduğu meselesinde tereddütte kaldı ve bir netîceye varamadı. Bunun üzerine Allâh’a duâ etti. Allâh Teâlâ da, bir inek kurban etmelerini emretti. Benî İsrâîl, Mûsâ -aleyhisselâm-’a:
“–Kâtil ile inek kesilmesi arasında ne alâka var?! Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Hâlbuki bu îtirazlarıyla, farkında olmaksızın, Hakk’ın emrine olan teslîmiyetsizliklerinden imtihan vermeye başladılar.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- onlara:
“–Ben Rabbimin emrini bildiriyorum!” dedi.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Mûsâ kavmine:
«–Allâh size bir sığır kesmenizi emrediyor!» deyince:
«–Bizimle alay mı ediyorsun?» demişlerdi.
O da:
«–Câhillerden olmaktan Allâh’a sığınırım!» diye cevap vermişti.
(Bunun üzerine kavmi):
«–(O hâlde) bizim adımıza Rabbine duâ et; bize, onun ne olduğunu açıklasın!» dediler.
Mûsâ:
«–Allâh buyuruyor ki: O, ne yaşlı, ne de körpe; ikisi arası bir inektir. Size emredileni hemen yapın!» dedi.
Bu defâ:
«–Bizim için Rabbine duâ et; bize, onun rengini açıklasın!» dediler.
(Mûsâ):
«–O buyuruyor ki: Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini ferahlatan bir inektir.» dedi.” (el-Bakara, 67-69)
Yahûdîler, bu evsafta bir ineği, yetîmi olan bir kadında buldular. Kadın, kendisinin geçim kaynağı olduğu için ineğini satmak istemiyordu. Bu sebeple 1000 akçe istedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın:
“–Kadının istediği miktarı verin ve sığırı alın!” demesi üzerine İsrâîloğulları bin akçeye râzı oldular. Fakat bu sefer kadın, ücreti 2000 akçeye çıkardı.
Kavmi, ücreti çok yüksek bulduklarından bu sığırı almak istemedi ve tekrar Mûsâ -aleyhisselâm-’a mürâcaat edip:
“«–(Ey Mûsâ!) Bizim için, Rabbine duâ et de; onun nasıl bir sığır olduğunu açıklasın! Nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşâallâh emredileni yapma yolunu buluruz!» dediler.
(Mûsâ) dedi ki:
«–Allâh şöyle buyuruyor: O (sığır), henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.»
(Bu sefer İsrâîloğulları):
«–İşte şimdi hakîkati getirdin!» dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.” (el-Bakara, 70-71)
Az daha kesmeyeceklerdi, çünkü bu târifler de yine yetîmi olan kadının sığırını işâret etmekteydi. Üstelik kadın, ücreti iyice artırmış 10.000 akçeye yükseltmişti. Daha sonra da:
“–Hayvanı alacaksanız, onu kesersiniz ve derisini tulum yapıp içini altın ile doldurur bana verirsiniz! Ancak bu şekilde onu size satabilirim.” demişti.
Benî İsrâîl, tekrar Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a mürâcaat etti. O da:
“–Ne pahasına olursa olsun, alın!” dedi.
Bunun üzerine kavmi:
“–Öyleyse şimdi alalım, emir yerine gelsin; yoksa sonra ödeyemeyiz.” dediler. Nihâyet ineği aldılar.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Hani siz bir adam öldürmüştünüz de, onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allâh, gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.” (el-Bakara, 72)
Fakat Benî İsrâîl bu sefer de ineğin ücretini ödemiyorlardı. Hazret-i Mûsâ:
“–Ücretini ödemezseniz, ölü dirilmez!” buyurdu.
Onlar da, çâresiz ineğin derisini tulum yapıp içini de altınla doldurarak kadına verdiler.
“«–Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun!» dedik. Böylece Allâh, ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (peygamberine verdiği mûcizelerini) gösterir.” (el-Bakara, 73)
Âyet-i kerîmede “Kesilen ineğin bir parçasıyla ölüye vurun!” denilmesi, hâdiseye dikkatleri daha çok çekmek içindir. Bunun için böyle bir merâsim yapılmış ve akabinde mûcize gerçekleşmiştir. Yoksa elbette ki Allâh Teâlâ, hiçbir sebep olmadan da kudreti ile ölüleri diriltmeye kâdirdir.
Nihâyet hayvanın dilini ölüye dokundurduklarında ölü, kanlar içinde kalktı. Hakîkati anlattı:
“–Beni amcaoğullarım öldürdü. Filân ve filân…” deyip isimlerini de bildirdikten sonra tekrar öldü.
Bu cinâyeti işleyen iki gence derhal kısâs tatbîk edildi.
- Bu Kıssadaki İbretler
*İsrâîloğulları’nın, yaptıkları her îtirâzın ardından sıkıntıları artmıştı. Hâlbuki emr-i ilâhî ilk geldiğinde herhangi bir sığır boğazlasalardı, emir îfâ edilmiş olacaktı. Fakat üstüste suâllerle, sanki bunu istemiyormuş gibi davrandılar ve mes’eleyi kendi elleriyle ağırlaştırdılar. Böylece çok îtirâz etmeleri ve hadlerini bilmeyişleri, onları ağır netîcelere dûçâr etti.
*Îcâb etmeyen suâllerin sorulması câiz değildir; kazâ ve kader mevzûlarında haddinden fazla derinleşmekte olduğu gibi… Yâni Allâh’ın hüküm beyân ettiği bir hususta teslîmiyet gösterip itaat etmek gerekir. Zîrâ gereksiz suâl ve îtirazlar, yeni tahdîd ve vecîbeleri beraberinde getirir ki, bu da mes’ûliyetlerin daha da ağırlaşmasına sebep olur.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“…Ben sizi kendi hâlinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi hâlime bırakın. Çünkü sizden öncekiler peygamberlerine çok suâl sormaları ve aldıkları cevaplar husûsunda ihtilâf etmeleri sebebiyle helâk oldular. Bundan dolayı size, bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiğince yerine getirin. Herhangi bir şeyi yasaklarsam ondan da kesin olarak kaçının!” (Müslim, Hac, 412)
*İsrâîloğulları daha evvel bir buzağıya taptıkları için kendilerine inek kurban etmeleri emredildi. Tâ ki, inekte bir ulûhiyet olmadığını anlasınlar. Zîrâ insanoğlu, özündeki kulluk hisleriyle bazen yanılarak, ilâhını, kendi yaşadığı âlemin boyutları ve idrâk selâhiyetleri dâhilinde arama şaşkınlığına düşebilmektedir.
*Diğer taraftan kâtiller bir türlü bulunamıyor ve bu sebeple gerilim ve sürtüşmeler artıyordu. Sığırın kesilip kâtillerin bulunmasıyla sükûnet sağlandı.
*İsrâîloğulları’ndan bazılarının “öldükten sonra dirilme”ye karşı îmânlarında tereddütler vardı. Bu hâdiseyle bu zaafları da zâil oldu.
- Peygamberimizin Miraç’ta Musa Aleyhisselam İle Görüşmesi
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mîrâc’da Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile birkaç defâ görüşmüştür. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Allâh Teâlâ’nın huzûrundan elli vakit namaz ile ayrılınca Mûsâ -aleyhisselâm- O’na:
“–Ben, Sen’den evvel İsrâîloğulları’nda tecrübe ettim. Elli vakte Sen’in ümmetin de güç yetiremez!” diyerek Cenâb-ı Hak’tan elli vaktin azaltılması talebinde bulunmasını tavsiye etti.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından Allâh Teâlâ’ya beş defa mürâcaat vâkî oldu ve namaz, her seferinde biraz tenkîs edilerek beş vakte indirildi.[10]
Bu hâdisedeki hikmetlerin en mühimi, geçmişlerin tecrübelerinden istifâde etmek gerektiğidir.
Karun Kıssası
Hazret-i Mûsâ’nın amcası veya amcasının oğlu idi. Tevrât’ı, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra en güzel o okurdu. Çok fakirdi. Hazret-i Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla kendisine simyâ, yâni kıymetli maddelerden altın yapma ilmi verildi.
Kârûn, Mûsâ -aleyhisselâm-’a îmân etmeden evvel, Benî İsrâîl’in Firavun’un yanındaki temsilcisi idi. İdâresi altında bulunanlara eziyet ederdi. Îmân ettikten sonra, kendisini ilim, hikmet ve ibâdete verdi.
Ancak mel’ûn şeytan, insan kılığında yanına geldi ve onunla arkadaş oldu. Sonra fırsatını bulduğu birgün, dostâne bir tavırla:
“–Ey Kârûn! Başkalarından gelenlerle geçineceğimize, gidip haftada bir gün çalışalım; altı gün de ibâdet edelim!” dedi.
Bu fikir, Kârûn’a uygun geldi. Şehre indiler ve bir gün çalıştılar. Bu bir günlük çalışmaları mukâbilindeki ücretle de altı gün geçinip ibâdet ettiler.
İlk tâvizini koparmış olan şeytan bu sefer:
“–Ey Kârûn! Bak; kimseye muhtaç olmadık! Gel; bundan sonra haftanın yarısında para kazanalım, yarısında ibâdet edelim! Hem kazandığımız paranın fazlasını Allâh yolunda fakirlere infâk etme imkânımız da olur!” dedi.
Artık tâviz yoluna girmiş bulunan Kârûn’a, bu teklîf daha da câzip göründü ve bunu da kabûl etti.
Şeytan, hîlesini gerçekleştirmeye muvaffak olmuştu. Çalışma müddetini iyice artırdı:
“–Daha fazla çalışıp daha çok para kazanalım! Bu parayla hem ibâdet eder, hem de daha fazla fakiri sevindiririz!” dedi.
Ve yavaş yavaş Kârûn’un kalbine dünyâ meyli ve muhabbeti girdi. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın duâsıyla kendisine verilen simyâ ilmi ile de çok zengin oldu. Kalbi, dünyevî ihtiraslarla doldu. Bu arada bütün güzel ve nezih hasletlerini de kaybetti. Gurur ve kibre kapıldı. Oysa zenginliği, Hazret-i Mûsâ’nın öğretmiş olduğu ilim sâyesinde idi.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kârûn, Mûsâ’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: «–Şımarma! Bil ki Allâh, şımarıkları sevmez!»” (el-Kasas, 76)
Kalbi dünyâ meyli ile dolan Kârûn, artık Mûsâ -aleyhisselâm-’ın nasîhatlerinden sıkıldı; tavsiyelerine tahammül edemez oldu. Hârûn -aleyhisselâm-’a ve O’nun soyundan gelen Levililer’e kurban kesme vazîfesi (hibirlik) verilince de, kalbine yerleşmiş bulunan kötü hasletler, iyice gün yüzüne çıktı. Öfkeye kapıldı; dayanamadı ve Mûsâ -aleyhisselâm-’a gelerek:
“–Ey Mûsâ! Kardeşin Hârûn’a hibirlik (kurban kesme vazîfesi) verdin. Benim ise böyle bir şeyim yok! Hâlbuki ben, Tevrât’ı gâyet iyi okumaktayım. Bunun için ben, Hârûn’dan daha üstünüm! Bu haksızlığa nasıl dayanırım?!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm- ise cevâben:
“–Hârûn’a bu vazîfe ve makâmı ben değil, Cenâb-ı Hak verdi!” buyurdu.
Fakat Kârûn diretti:
“–Bana bir alâmet göstermedikçe, bunu tasdîk etmem!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-, Benî İsrâîl’in reislerini topladı ve:
“–Bastonlarınızı getirin! Hepsini belli bir yere koyalım. Kimin bastonu yeşillenirse, hibirliğe o lâyıktır!” dedi.
Bastonlar getirildi; ibâdet ettikleri mâbede bırakıldı. İçlerinden yalnız Hârûn -aleyhisselâm-’ın asâsı yeşillenip yapraklandı.
Bu açık mûcize netîcesinde Mûsâ -aleyhisselâm-, Kârûn’a döndü:
“–Ey Kârûn! Bunu ben mi yaptım?” dedi.
Kârûn şaşkındı. İşin hakîkatini anladığı hâlde nefsine tâbî oldu:
“–Bu, sihirbazlıktan başka birşey değildir!” dedi. Sonra kızgın bir şekilde oradan ayrıldı.
Allâh -celle celâlühû-, Benî İsrâîl kavminin, elbiselerine mâvi şerit takmasını emretmişti. Kârûn, buna da isyân edip:
“–Bu, ancak efendileri kölelerinden ayırmak içindir!” dedi ve takmadı.
Artık Kârûn’un, Mûsâ -aleyhisselâm-’a hıncı iyice artmıştı. Nefsindeki hased ateşi, içini yakıp eritmekteydi. Etrafındakileri kendisine çekmek için ziyâfetler vermeye ve kendisinin üstünlüğünü belirtici sohbetler yapmaya başladı.
Birgün Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın emri mûcibince onun zekâtını hesâb edip, vermesini taleb edince, Kârûn:
“–Şimdi de malıma mı göz diktin? Bu serveti ben kazandım!” dedi.
Kârûn’a hitâben şöyle buyruldu:
“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyâdan da nasîbini unutma! Allâh sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsanda bulun! Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama! Şüphesiz ki Allâh, müfsitleri sevmez!” (el-Kasas, 77)
“Kârûn ise:
«–O (servet), bana ancak kendimdeki bilgi sâyesinde verildi.» dedi.
Bilmiyor muydu ki, Allâh, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti! Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allâh onların hepsini bilir).
Derken, Kârûn, ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayâtını arzulayanlar:
«–Keşke Kârûn’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı!» dediler.
Kendisine ilim verilmiş olanlar ise:
«–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih amel işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.» dediler.” (el-Kasas, 78-80)
Çirkin İftira
Birgün Kârûn, Benî İsrâîl kavmini topladı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı da oraya çağırdı ve:
“–Şimdi ey Mûsâ! Allâh’ın şu emirlerini bize bildir: Hırsızlık yapanın durumu ne olur, zinâ edenin durumu ne olur ve bunları sen yaparsan senin durumun ne olur?!” dedi.
Hazret-i Mûsâ:
“–Hırsızlık yapanın eli kesilir, zinâ eden de recmedilir!” dedi.
Kârûn tekrar:
“–Ya bunları sen yaparsan?!” diye sordu.
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“–Aynıdır!” dedi.
Bunun üzerine daha önceden sefil bir plân hazırlamış olan Kârûn, kalabalığın arasından bir kadına seslendi:
“–Ey kadın, gel! Gel de Mûsâ ile yaptığın çirkin fiili ve iffetsizliği anlat!” dedi.
Bu müthiş iftirâ karşısında Mûsâ -aleyhisselâm- çok hiddetlendi ve gazaplandı.
O sırada kadın da, yanlarına kadar gelmişti. Birşeyler söylemek istedi, fakat dili tutuldu; söyleyemedi.
Hazret-i Mûsâ öfkeyle sordu:
“–Ey kadın! Denizi yarıp yol yapan ve Tevrât’ı indiren Allâh’ın hakkı için doğruyu söyle: Ben seni tanıyor muyum? Benim seninle bir alâkam var mı?”
Kadın büyük bir pişmanlık içinde:
“–Yâ Mûsâ! Kârûn bana bolca para verdi ve Sana bu iftirâyı atmam için beni kandırdı!” dedi. Ve son derece büyük bir üzüntüyle tevbe etti.
Mûsâ -aleyhisselâm- secdeye kapandı:
“–Yâ Rabbî! Onların cezâsını ver!” diye duâ etti.
Bu bedduâdan sonra yer yarıldı. Rezil plânı ters tepen Kârûn ve ona tâbî olanlar, hazîneleriyle birlikte yerin dibine geçti.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Nihâyet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (el-Kasas, 81)
Kârûn’u, dünyâya meyli ve başkasına hased etmesi helâk etti. Nitekim âyet-i kerîmede hased edenlerin şerrinden Allâh’a sığınmamız gerektiği, bir duâ hâlinde şöyle bildirilmektedir:
“De ki: «Ben, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden, ağaran sabahın Rabbine sığınırım!»” (el-Felak, 1-5)
Zîrâ hased edenlerin âkıbeti, hüsrandan başka bir şey değildir.
Nitekim halk, Kârûn ve avanesinin helâkini görünce ona ettikleri gıptaya pişman oldular:
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler:
«–Demek ki Allâh, rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az! Şâyet Allâh bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki, inkârcılar iflâh olmazmış!» demeye başladılar.
İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve fesâdı arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.” (el-Kasas, 82-83)
Kârûn kıssasında ümmete ibret olarak, kibirlinin, hased ehlinin ve âhireti unutup dünyâya dalanların fecî âkıbeti sergilenmektedir.
Ayrıca bu kıssadaki iftirâ mes’elesiyle alâkalı olarak tasavvuf erbâbı derler ki:
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın daha önce ilâhî vahye dayanmadan yaptığı bir hareketi, yâni Fatun’u hafifçe itip ölmesine sebep olması, sonraları O’nun gönül evini perişân etmiştir. Hattâ bu sebeple Cenâb-ı Hak da, O’na doğrudan doğruya:
“–Sen bir insan öldürdün!” (Tâhâ, 40) buyurmuştur. Yâni Hak Teâlâ O’nu:
“Bizim vahyimiz, emir ve müsâademiz olmadan o Kıptîyi katlettin!” diye âdeta muâheze etmiştir.
İşte bu diken geldi; tekrar tekrar Hazret-i Mûsâ’nın gönlüne battı. Aslında O’nun maksadı zorbalık değildi. Fakat kendi başına yaptığı bir hareket, nice yapmadığı şeylerin iftirâlarını başına getirdi.
Onun için büyükler:
“İlâhî emirlere dayanmadan kendi başına iş yapma sevdâlarını başından atmazsan, seni, senin kılıcınla temizlerler ve kendi kılıcının maktûlü olursun, başka değil!” demişlerdir.
Hz Musa ile Hızır Aleyhisselam’ın Yolculuğu
Firavun Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, kavmine çok fasîh, belîğ ve heyecanlı vaazlar vermekteydi. Kavmi, Hazret-i Mûsâ’nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı; mest oldu. İçlerinden biri:
“–Ey Allâh’ın peygamberi! Şu yeryüzünde Sen’den daha âlim bir kimse var mı?” dedi.
Hazret-i Mûsâ:
“–Böyle bir kimse bilmiyorum!” dedi.
O esnâda kendisine vahiy gelerek:
“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git!” diye buyruldu.
Kendisine işâret edilen zât, Hızır -aleyhisselâm-’dı.
Hazret-i Mûsâ:
“–O zâtı nasıl bulabilirim yâ Rabbî?” diye niyâz etti.
Allâh -celle celâlühû-, zenbiline tuzlanmış ölü bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağını bildirdi.
Mûsâ -aleyhisselâm-, rivâyete göre kız kardeşinin oğlu olan Yûşâ bin Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhal sefere çıktı.
Âyet-i kerîmede bu hâdise şöyle bildirilir:
“Bir vakit Mûsâ, genç adamına demişti ki:
«–Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim.»” (el-Kehf, 60)
Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hâdiseyi ibret ve hikmet dolu noktalarıyla şu şekilde tasvîr eder:
“Ey kerîm olan kimse! Bu mânevî iştiyâkı, «Kelîmullâh» olan Hazret-i Mûsâ’da gör! Bak kelîm olan Mûsâ -aleyhisselâm- ne diyor:
«–Bunca makâma sâhip olduğum hâlde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için rûhuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.»
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır’ı aramaya kalkması üzerine kavmi O’na dedi ki:
«–Ey Mûsâ, Sen kavmini bırakmışsın, Sen’den daha aşağı mertebede bir zâtın izine düşmüşsün!
Hâlbuki Sen, «havf» ve «recâ»dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne kadar ve ne zamana kadar arayacaksın?
Aradığın Sen’de… Bunu Sen de bilirsin. Ey semâ kadar yüksek peygamber! Zemînde daha ne kadar dolaşacaksın?»
Mûsâ -aleyhisselâm- kavmine:
«–Ne olur, Güneş ile Ay’ın yolunu kesmeyiniz! Ben peygamberlik hilâliyim, Hızır ise velîlik güneşidir. Yâni benden üstün peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en üst makâmındadır.» dedi.
Hazret-i Mûsâ devâmla:
«–Ben zamânın sultânı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum.
Hakîkat ve mârifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Tâ ki; O’na kavuşayım.
Himmet ve azîmet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O’nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?» dedi.”
Mûsâ -aleyhisselâm- ve Yûşâ bin Nûn;
“İki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti.” (el-Kehf, 61)
- Canlanan Balık
Bir rivâyete göre, Yûşâ bin Nûn, beraberce mola verip Mûsâ -aleyhisselâm-’ın uyuduğu bir sırada balığın birden canlanarak denize atladığını görmüştü. Fakat bunu Hazret-i Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Mûsâ -aleyhisselâm-, uyanınca da:
“–Haydi, yolumuza devâm edelim; belki daha çok yolumuz var!..” demişti.
Beraberce yola devâm ettiler. Uzun bir müddet gittikten sonra nihâyet bir ağaç altında oturdular.
“(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Mûsâ genç adamına:
«–Azığımızı getir! Hakîkaten şu yolculuğumuz esnâsında (epeyce) yorulduk.» dedi.” (el-Kehf, 62)
Yûşâ bin Nûn, birden hatırladı:
“–Ben onları balığın denize atladığı yerde unuttum!” dedi.
“(Genç adam:)
«–Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.» dedi.
Mûsâ:
«İşte aradığımız yer orası idi.» dedi.
Hemen izlerinin üzerine geri döndüler. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, O’na katımızdan bir rahmet vermiş, yine O’na tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (el-Kehf, 63-65)
Tasavvuftaki “Ledün İlmi” ismini bu âyetten almıştır. Tasavvuf bilgisi, bir kısım ehil zevâta mahsustur ve onun özü zühddür; ihsân duygusuna vâsıl olabilmektir. Yâni bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir. Bununla birlikte kişinin bu hususta, istîdâd ve kâbiliyeti kadar mes’ûliyeti vardır. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmeye mecburdur. Bu da nefsin tezkiyesi ve tasfiyesi ile mümkündür. Ledünnî ilim ise, tasavvuf içinde mânevî eğitim sonucu ulaşılan Hak vergisi (vehbî) bir ilimdir. Zâhirî bilgi ile elde edilemez. Nitekim Hızır -aleyhisselâm- için, Cenâb-ı Hak:
“…Biz O’na kendimizden bir ilim öğrettik!” (el-Kehf, 65) buyurmaktadır.
Yine Bakara Sûresi’nde Allâh Teâlâ:
“…Allâh’tan ittikâ edin, Allâh size (ihtiyâcınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282) buyurmuştur.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’dan şöyle bir rivâyet vardır:
“İlm-i bâtın, Allâh -celle celâlühû- esrârından bir sır ve hikmetlerinden birtakım hikmetlerdir ki, o ilmi, kullarından dilediklerinin kalbine verir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 52)
Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisine vahiy ile işâret edilen zâtı, bir kayanın üstünde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selâm verdi:
“–Ben Mûsâ’yım!” dedi.
Hızır -aleyhisselâm- da cevâben:
“–Demek Benî İsrâîl peygamberi olan Mûsâ sensin!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Bana Allâh tarafından bildirilen, insanların en âlimi sen misin?” diye sordu.
Hızır -aleyhisselâm- cevâben:
“–Yâ Mûsâ! Allâh bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.[11]
Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’dan bu ilmi telâkkî etme arzusunu bildirdi. Zâhiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâibden görülen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti.
“Mûsâ O’na:
«–Allâh’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?» dedi.” (el-Kehf, 66)
Hızır -aleyhisselâm-:
“Dedi ki:
«–Doğrusu sen, benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?»” (el-Kehf, 67-68)
Bu sözlerle Hızır -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu tespit sonunda gerçekleşecekti. Hazret-i Mûsâ’nın alacağı hisse, kendi yerini bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yâni Hazret-i Mûsâ’ya hâl lisânı ile:
“–Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun. Çünkü bu ilmin kemâli, henüz Sana verilmemiştir.” demekteydi.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“«–İnşâallâh, beni sabredenlerden bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem!» dedi.” (el-Kehf, 69)
Hızır -aleyhisselâm-:
“–Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrımı açmadıkça, hiç bir şey hakkında bana suâl sorma! Yâni tartışma şöyle dursun; sorup anlamak için bile sorma!” dedi.
“(Doğrusu o sâlih kul):
«–Eğer bana tâbî olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana suâl sorma!» dedi.” (el-Kehf, 70)
Ve o meşhûr yolculuğa çıktılar. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinde bu hikmet ve ibret dolu yolculuk şu şekilde anlatılır:
“Bunun üzerine yürüdüler. Nihâyet gemiye bindikleri zaman O (Hızır), gemiyi deldi.
Mûsâ:
«–Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten Sen (ziyânı) büyük bir iş yaptın!» dedi.
(Hızır:)
«–Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?» dedi.
(Mûsâ:)
«–Unuttuğum şeyden dolayı beni muâheze etme; işimde bana güçlük çıkarma!» dedi.” (el-Kehf, 71-73)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“Böylece Hazret-i Mûsâ’dan ilk unutma vâkî oldu. Bu sırada bir serçe gelip geminin kenarına kondu ve ardından su içmek üzere gagasını denize daldırdı. Bunun üzerine Hızır -aleyhisselâm- Hazret-i Mûsâ’ya:
«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.» dedi.” (Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)
“Yine yürüdüler. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Mûsâ dedi ki:
«–Bir cana karşılık olmaksızın mâsum bir cana nasıl kıyarsın?! Gerçekten sen fenâ bir şey yaptın!»
(Hızır):
«–Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi?» dedi.
(Mûsâ:)
«–Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme! Hakîkaten benim tarafımdan (ileri sürülebilecek) mâzeretin sonuna ulaştın!» dedi.” (el-Kehf, 74-76)
Bu sözü ile Hazret-i Mûsâ, artık özür dileyecek hâli kalmadığını anlatmak istemişti.
“Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misâfir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Mûsâ:
«–Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin!» dedi.
(Hızır) şöyle dedi:
«–İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim!»” (el-Kehf, 77-78)
“Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hâle getirmek istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ebeveyni mü’min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin!” (el-Kehf, 79-81)
“Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara âit bir hazîne vardı; babaları ise, sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki,[12] o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazînelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur!” (el-Kehf, 82)
Ebû Zer -radıyallâhu anh-’dan rivâyete göre duvar altındaki hazîneyle alâkalı olarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh Teâlâ’nın kitâbında zikrettiği «kenz: hazîne» altından yapılmış düz, pürüzsüz bir levhadır ve orada şunlar yazılıdır:
«Kadere inandığı hâlde üzüntü ve bitkinlik içinde olana şaşarım. Cehennemi hatırladığı hâlde gülen kişiye de niçin güldü diye şaşarım. Ölümü andığı hâlde gaflette olana da şaşarım. Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Rasûlullâh.»” (İbn-i Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 424)
Demek ki, başka ilimlerde öğrenmenin yarısını oluşturan suâl, bu ledün ilminde yasaktır. Burada talebenin nefsi, faâliyetten çok kâbiliyette hazırlanacaktır.
Meselâ, Mîmar Sinan’ın ilmî kudret ve kâbiliyeti, Süleymâniye Câmii inşâsında çalışan bütün sanatkârlardan üstündür. Bununla birlikte Sinan’ın, o câmîdeki bir mermerci kadar mermer işleme sanatını bilmemesi, onun için bir kusur olamaz. Çünkü o sanatkârlar da Sinan’ın tâlimâtı altındadır. Mermer sanatını işleme inceliklerini ondan öğreneceklerdir.
Gerçekten, ülü’l-azm bir peygamber olan Hazret-i Mûsâ’nın, Hızır’a ledünnî ilmi tahsîl için gönderilmesi, çok câlib-i dikkattir. Mûsâ -aleyhisselâm- için, ledünnî ilmi bilen bir kişiden bu ilmi tahsîl etmek bir nakîse değildir. Bununla, Hazret-i Mûsâ’nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığı, Allâh’ın ilminden kendisine verilmeyen ilimlerin de bulunduğu anlatılmış olmaktadır. Ayrıca bu ilmin, kendisinden daha aşağı mertebedeki Hızır vâsıtası ile verilmesi de, peygamberlerin dahî ilâhî ilim karşısında acz içinde bulunduklarını bildirmektedir. Diğer bir hikmet de şudur ki, Hazret-i Mûsâ’nın ve Hızır’ın sâhip oldukları müşterek ilim, gelecek olan “Zü’l-Cenâhayn”in, yâni dünyâ ve âhiret ilmine sâhip olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kadrinin yüceliğini ve makâmının en mükemmel makâm olduğunu telkîn etmektedir.
Hızır -aleyhisselâm- kıssası, aklın, hâdiseleri ve vukûâtı, ancak sebeplerle düşünüp kavrayabildiği gerçeğini de çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sebepler ve bahâneler kaldırılınca, akıl, acz içinde kalır ve hikmeti kavrayamaz.
Öte yandan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şerîat sâhibi bir peygamberdir ve onu tatbîk ile mükelleftir. Hızır -aleyhisselâm- da, Allâh’ın kendisine vermiş olduğu ledünnî bir ilimle hareket etmektedir.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır -aleyhisselâm-’a îtirâzı, şer’î hudutları gözetme hassâsiyetinden kaynaklanmaktaydı. Zîrâ zâhirle mükellef olan Mûsâ -aleyhisselâm-, hâlin, yâni içinde bulunduğu zamanın ilmine vâkıftı ve hâdiseleri bu ilme göre muhâkeme ediyordu.
Ledünnî ilme sâhip olan Hızır -aleyhisselâm- ise, istikbâle vâkıf olduğu için Mûsâ -aleyhisselâm-’a kader tecellîlerini seyrettiriyordu. Dolayısıyla Hızır -aleyhisselâm-’ın davranışlarıyla, ona îtirâz eden Mûsâ -aleyhisselâm-’ın davranışları, ilm-i ilâhîde herhangi bir tenâkuz arz etmemektedir. Hızır -aleyhisselâm-, sâdece aklın muhâkeme şartlarını aşan bir ilmin îcaplarına göre hakeret ediyordu.
Demek ki, kâinâtta aklın hudutları dâhilinde kavranamayacak hakîkatler de bulunmaktadır. O hâlde hakîkat arayışında sırf akla istinâd etmek doğru değildir. Gözün bir mesâfeye kadar görebilmesi, kulağın da yine belli bir mesâfeye kadar işitebilmesi gibi, aklın da hâdiseleri ve hakîkatleri kavrayabilme hudûdu vardır. Aklın hudûdu aşılınca, idrâk mutlak bir acze düşer. Bu durumda gönlün Hakk’a teslîm edilmesi îcâb eder.
Nitekim İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de, akılla ilâhî sırlara lâyıkıyla vâsıl olunamayacağı kanâatine vararak, aklın ötesine kalbî hayatla geçmenin zarûretini görmüş, ancak bu şekilde mutlak hakîkate vâsıl olunabileceğini ifâde buyurmuştur.
Gazâlî Hazretleri, büyük eseri “Tehâfütü’l-Felâsife”de, feylesofların felsefelerini çürüterek aklın âcizliğini ortaya koymuştur. Kendi mânevî hâlini de şu şekilde ifâdelendirmiştir:
“Aklımı gerdim; yırtılacak dereceye geldi ve onun bir noktadan sonra mutlak âcizliği ile karşılaştım. İdrâk ettim ki, ilâhî sırları kavramak için, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhânî füyûzâtına nâil olmaktan başka çâre yoktur!
Hak Teâlâ’ya duâ ve ilticâlarda bulundum. Tefekkür, riyâzât ve zikir gibi mânevî terbiye netîcesinde rûhâniyet-i Rasûlullâh’a kavuştum ve kurtuldum.”
- Hızır Kıssasının Tahlili
Nitekim Hızır kıssasındaki hâdiseler, akılla tahlîl edilirse;
Geminin delinmesi, zâhiren sâhiplerine karşı haksızlık ve zulümdür. Hakîkatte ise fukarânın geçim vâsıtası olan geminin zâlimler tarafından gasbına mânî olmaktır.
Yine zâhiren, gencin öldürülmesi, bir cinâyettir; hakîkatte ise, sâlih ve sâliha olan ebeveynin ve hattâ öldürülen gencin âhiret hayatlarının korunmasıdır.
Yine zâhiren kendilerini tardeden bir köydeki yıkılmak üzere olan duvarın tâmir edilmesi, mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetîme âit emânetin muhâfazasıdır.
Bu hâllerin sırları, ancak ledünnî (kalbî) bir ilimle ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi tam olarak kavramak, beşer idrâkinin üzerinde bir keyfiyettir.
Buhârî’de bu kıssa ile alâkalı olarak şu meâlde bir hadîs-i şerîf bulunmaktadır:
“Allâh İmrân oğlu Mûsâ’ya rahmet etsin! Eğer sabredebilseydi, daha nice acâib ve garâib hâdiseleri Hızır, O’na öğretecekti.” (Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed bin Hanbel, V, 118)
Mevlânâ -kuddise sirruh-, ledünnî ilmin bir nasîb işi olduğunu ve bunun ancak kalbî istîdâdı olanlara lutfedildiğini bir misâl ile ne güzel ifâde eder:
“Ya’kûb’un, Yûsuf’un yüzünde gördüğü fevkalâdelik, kendine mahsûs idi. O nûru görmek, Yûsuf’un birâderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gönül âlemi, Yûsuf’un hakîkatini görmekten ve anlamaktan uzak idi.”
“Rûhun gıdâsı aşktır. Canlarınki ise açlıktır.”
“Ya’kûb’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı, Yûsuf’un gömleğinin kokusu, O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrûm idi.”
“Çok âlim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hâfızı olmuştur da, Allâh’ın habîbi olamamıştır…”[13]
Üç Salih Kişi
İsrâîloğulları arasında sâlih insanlar da vardı. Nitekim bir hadîs-i şerîfte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bunların üçünden şöyle bahsetmektedir:
“Sizden evvel geçenlerden üç kişi yola çıktılar. Geceyi geçirmek için bir mağaraya girdiler. Derken dağdan bir taş yuvarlandı ve mağaranın ağzını kapattı.
Bunun üzerine şöyle dediler:
“–İyi amellerimizle duâ etmekten başka bizi buradan hiçbir şey kurtaramaz!”
İçlerinden birisi şöyle duâ etti:
“–Allâh’ım! Benim çok ihtiyar annem ve babam vardı. Onlardan evvel ne çocuklarıma ne de hayvanlara bir şey içirmezdim. Günün birinde odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Onlar uyuyuncaya kadar dönemedim. Akşam yemeklerini hazırladım; fakat onları uyumuş buldum. Onları uyandırmayı ve onlardan evvel âilece süt içmeyi hoş görmedim. Çanak elimde olduğu hâlde onların uyanmalarını bekledim. Nihâyet gün ağarmaya başladı. Çocuklar ayaklarımın altında açlıktan ağlıyorlardı. Derken, annem ve babam uyandılar ve sütlerini içtiler.
Allâh’ım! Eğer bu işi Sen’in rızân için yapmışsam, bu taştan çektiğimiz belâyı bizden uzaklaştır!”
Bunun üzerine taş bir parça açıldı, lâkin çıkılacak gibi değildi.
İkincisi şöyle yalvardı:
“–İlâhî! Amcamın bir kızı vardı ki, onu herkesten ziyâde seviyordum. (Bir rivâyete göre: Bir erkek, bir kadını ne kadar sevebilirse, ben de o kadar seviyordum.) Onunla beraber olmak istedim. Lâkin teklîfimi kabûl etmedi. Birkaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca bana başvurdu. Kendisini bana teslîm etmesi şartıyla ona yüz dirhem vereceğimi söyledim. (Çâresiz) kabûl etti. Bu sûrette fırsat elverince, (kendisine el uzatacağım sırada o):
«–Allâh’tan kork da haksız olarak mührümü bozma!» dedi.
Ben de (Allâh’tan korkarak) bu çok sevdiğim kadından (o bana teslîm olmak zorunda kaldığı hâlde) uzaklaştım. Verdiğim paraları da ona hibe ettim.
Allâh’ım! Eğer bu işi sırf Sen’in rızânı kazanmak için yapmış isem, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden gider!”
Mağaranın kapısı bir parça daha açıldı, (ancak) yine çıkılabilecek derecede değildi.
Üçüncü şahıs da şöyle duâ etti:
“–Allâh’ım! Ücretle birkaç amele tuttum ve ücretlerini verdim. Lâkin biri ücretini almadan bıraktı gitti. Onun ücretini ürettim. Onun hesâbına mal çoğaldı. Bir müddet sonra o adam yanıma gelerek:
«–Ücretimi ver!» dedi.
Ben de:
«–Şu gördüğün deve, öküz, koyun vs. senin ücretinden üremiştir, al hepsini götür!» dedim.
O da:
«–Ey Allâh’ın kulu! Benimle alay etme!» dedi.
«–Seninle alay etmiyorum, hakîkati söylüyorum.» dedim.
Bunun üzerine malları aldı ve hepsini sürüp götürdü. Hiçbir şey bırakmadı.
İlâhî! Eğer bunu Sen’in rızân için yapmışsam, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden defet!”
(Nihâyet) taş, mağaranın ağzından kaydı, onlar da mağaradan çıkarak yollarına devâm ettiler. (Buhârî, Büyû, 98; İcâre, 12; Müslim, Zikir, 100)
Bu hadîs-i şerîf, tasavvuftaki amelle tevessüle bir delîldir. Diğer yönüyle de, Allâh rızâsını hayâtında ön planda tutan kimselerin ilâhî lutfa mazhar olacaklarına dâir en bâriz bir misâldir.
Bunun içindir ki, kulun kendi istek ve arzularına uymayıp Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına, yâni yaratıcısının rızâsına tâbî ve O’na teslîm olması gerekir. Çünkü rızâ ve teslîmiyet, kulun Rabbine olan muhabbetinin nihâî meyvesidir.
Nitekim Hak yolunda insanın varabileceği en yüce makam, Allâh Teâlâ’nın kulundan râzı olmasıdır ki, bu da, kulun Allâh’tan râzı olmasının bir mükâfâtıdır.
İşte bu hâl, âyet-i kerîmede:
“Allâh onlardan râzıdır, onlar da Allâh’tan râzıdır…” (el-Beyyine, 8) diye ifâde buyrulan sâlihlerin hâlidir.
Musa Aleyhisselam’ın Cennetteki Komşusu
Rivâyet edildiğine göre birgün Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a niyâz etti:
“–Yâ Rabbî! Benim cennetteki komşum kimdir?”
Cevâben kendisine:
“–Ben’im filan yerde kasaplık yapan ve dostum olan bir kulum vardır. Ancak onun kasaplıktan başka çok mühim bir işi daha mevcuddur ki, eğer yanına dâvet edersen gelemez! İşte cennetteki komşun o olacaktır, ey Mûsâ!” buyruldu.
Hazret-i Mûsâ, derhal o kasabı ziyârete gitti. Kendisinin Mûsâ Kelîmullâh olduğunu bildirmeden:
“–Ben sana misâfir olarak geldim!” dedi.
Kasap da kendisine gelen ve her bakımdan diğer insanlardan farklı olduğu belli olan bu nûr yüzlü misâfire büyük bir tebessümle alâka gösterip onu evine götürdü. Hânesinin baş köşesine oturtarak izzet ve ikramda bulundu. Ona kendi elleriyle et pişirdi ve önüne koydu. Mûsâ -aleyhisselâm-’a, mühim bir işi olduğunu söyleyerek kendisini beklemeyip yemeğe başlamasını söyledi. Kendisi de pişirdiği et yemeğinin diğer kısmını küçük lokmalar hâlinde hazırladı. Sonra duvarda îtinâlı bir şekilde asılı duran zenbili indirdi ve içinde bulunan çok yaşlı, mecâlsiz âdeta kuş kadar ufalmış bir kadıncağıza hazırladığı lokmaları yedirmeğe başladı. Yemeğin ardından onun ağzını güzelce sildi. Sonra temizliğini yaptı. Sevdi, okşadı ve tekrar büyük bir îtinâ ile yerine koydu. O bunları yaparken, ihtiyar kadıncağız da sürekli ona duâlar ediyordu.
Hazret-i Mûsâ, bu zembili kasabın dükkanında da görmüş, fakat bir şey sormamıştı. Hayretle bekledi.
Kasap, bütün hizmetini bitirip Hazret-i Mûsâ’nın yanına gelince, O’nun yemeğe başlamadığını görüp sordu:
“–Ey nûr yüzlü misâfirim! Niçin yemeğe başlamadın?”
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Sen bana şu zembilin sırrını söylemedikçe yiyemem!” dedi.
Bunun üzerine kasap şöyle dedi:
“–Ey misâfirim! Bu zembilin içinde bulunan yaşlı kadıncağız benim annemdir. Çok ihtiyarlamış olduğundan tâkatsizdir. Hem ona bakacak kimsem de yoktur. Ben de onu yalnız bıraktığım zamanlarda herhangi bir hayvanın kendisini rahatsız etmesi endişesiyle, böyle zembile koyup yukarı asıyorum. Bazen de yanımda dükkanıma götürüyorum. Benim gönlümün bütün huzûru, ona yaptığım hizmettendir. Günde iki öğün yemek veriyor, anneciğime karşı bütün vazîfelerimi seve seve yapıyorum!”
Hazret-i Mûsâ sordu:
“–Peki, sen bu hizmetleri yaparken o sana bir şeyler fısıldıyarak ne diyordu?”
Kasap da:
“–Annem yaptığım hizmetler için dâimâ: «–Allâh seni cennette Mûsâ -aleyhisselâm-’a komşu eylesin!» diye duâ eder. Ben de bu güzel duâya “âmîn” derim. Ancak o yüce peygambere komşu olabilecek kıymette amel nerede, ben neredeyim?!” diye cevap verdi.
O âna kadar kim olduğunu gizleyen Mûsâ -aleyhisselâm- tebessüm etti ve şöyle dedi:
“–Ey sâlih kişi, müjdeler olsun sana! İşte ben Mûsâ’yım. Beni sana Allâh gönderdi. Buyurdu ki: «Anasının hizmetinde kusûr etmeyerek rızâsını kazanıp duâsını alan o velî kulumu cennette sana komşu eyledim!» Şükreyle, lutf-i ilâhî sana mübârek olsun!”
Gözleri sevinç gözyaşlarıyla dolan kasap, büyük bir muhabbetle Mûsâ -aleyhisselâm-’ın elini öptü; sürûr, şükür ve huzûr içinde yemeklerini yediler.
Musa Aleyhisselam’ın Fezaili, Şemaili ve Sıfatları
Allâh Teâlâ O’nun hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ey îmân edenler! Sizler, Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayın. Allâh O’nu, onların söylediklerinden temize çıkardı. O, Allâh katında şerefli ve mevkî sâhibi bir kimse idi.” (el-Ahzâb, 69)
Mûsâ -aleyhisselâm- Allâh indinde çok şerefli ve kıymetli bir peygamberdir. Bunun tezâhürlerinden biri şudur:
O, kardeşi Hârûn’la alâkalı olarak Allâh katında şefaatte bulunmuş ve O’nu kendisine vezir yapmasını istemiştir. Allâh Teâlâ da duâsına icâbet etmiş, O’na istediğini vererek kardeşi Hârûn’u nebî kılmıştır.
Nitekim âyet-i kerîmede:
“O’na rahmetimizden kardeşi Hârûn’u nebî olarak verdik.” (Meryem, 53)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“Mûsâ -aleyhisselâm- çok hayâlı, çok örtünen ve bu sebeple cildinden en küçük bir yer dahî gözükmeyen bir kimse idi…” (Buhârî, Enbiyâ, 28) buyurmuştur.
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’dan rivâyet olunduğuna göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir taksîmâtta bulunmuştu. Adamın biri:
“–Bu, Allâh’ın rızâsının gözetilmediği bir taksîmât oldu!” dedi.
Gelip durumu Peygamber Efendimize haber verince öyle gazaplandılar ki öfkesi yüzünden belli oldu. Sonra şöyle buyurdu:
“–Allâh Mûsâ’ya rahmet eylesin, O’na bundan daha çok eziyet edildi de sabretti.” (Buhârî, Enbiyâ, 28)
Allâh Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a ve kıssasına geniş yer vermiş ve pek çok yerde O’nunla Peygamber Efendimizi ve Tevrât ile Kur’ân-ı Kerîm’i yan yana zikretmiştir.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şemâili hakkında da İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyete göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Îsâ bin Meryem, Mûsâ ve İbrâhîm’i gördüm. Îsâ kırmızı renkli, kıvırcık saçlı ve sadrı geniş idi. Mûsâ ise iri cüsseli ve düz saçlı idi.”
Ashâb-ı kirâm, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı sorunca, -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, kendilerini kastederek:
“Arkadaşınıza bakınız.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 296)
Musa Aleyhisselam’ın Kabri Nerede?
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın vefâtı husûsunda muhtelif rivâyetler bulunmaktadır. Fakat en meşhur rivâyete göre, 120 yaşında vefât etmiş ve Kudüs civârında defnedilmiştir.
Dipnotlar:
[1] Firavun, İsrâîloğullarını köle olarak kullandığı ve ağır işlerde onlardan istifâde ettiği için yeni doğan erkek çocuklarını bir sene keser, bir sene kesmezdi. Hârûn -aleyhisselâm- da işte bu kesilmeyen senede dünyâya gelmişti.
[2] Fahr-i Râzî’nin beyânına göre, Mûsâ -aleyhisselâm- Kıptîyi öldürmeye kasdetmemişti. Diğer taraftan Kıptî bir müşrikti. Bu sebeple kısas lâzım gelmezdi. Aynı zamanda bu hâdise sehven meydana geldiği için de kısâs söz konusu olamazdı.
[3] İşârî tefsîr, âyetlerin zâhir mânâlarının ötesinde ifâde ettikleri ince mânâları ortaya çıkarmak demektir. İşârî tefsirde üç vasfın bulunması şarttır: 1. Zâhirî mânâyı muhâfaza, 2. İşâret edilen mânâya delil teşkil edecek mazmunların (bir takım sembollerin) olması, 3. Yapılan açıklamanın, Kitâb ve Sünnet muhtevâsı içinde olması.
[4] Cenâb-ı Hakk’ın kalben ve muhabbetle bilinmesi.
[5] Daha önce de ifâde edildiği gibi, Mûsâ -aleyhisselâm- Kıptîye öldürmek kastıyla değil, tâzir maksadıyla vurmuştu. Fakat murâd-ı ilâhî olarak Kıptî ölüverdi.
[6] Bkz. A‘râf Sûresi, 109-126; Yûnus Sûresi, 76-82; Tâhâ Sûresi, 56-73; Şuarâ Sûresi, 34-51. âyetler.
[7] Bkz. en-Necm, 9.
[8] Telvîn: Temkîne ulaşma yolunda geçirilen değişik hâller, bir hâlden diğer bir hâle geçiş.
Temkîn: İstikâmette derinleşmek, sâbitleşmek; Hakk’a erme hâlinin gönülde karar kılarak makâma dönüşmesi.
[9] Bkz. el-Makdisî, Sırların Çözümü ve Hazînelerin Anahtarları, s. 58-59.
[10] Bkz: Buhârî, Salât, 1; Müslim, Îmân, 263.
[11] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 18/2, 3, 4; Enbiyâ, 27; Müslim, Fedâil, 170/2380.
[12] Hızır -aleyhisselâm- bu üç hâdisenin hikmetini anlatırken “Onu kusurlu hâle getirmek istedim”, “Böylece istedik ki”, “Rabbin istedi ki” diye üç farklı fâilden bahsetmiştir. Mutasavvıflar bu ifâdelerin, evliyânın üç değişik tasarruf şekline işâret ettiğini söylerler.
Birincisi, Cenâb-ı Hakk’ın velîsini tasarrufta serbest bırakması, onun istediği şeyi yaratmasıdır. Buna şu hadîs-i şerîf de delil getirilmiştir:
“Allâh Teâlâ’nın nice saçı-başı dağınık, kapılardan kovulan, îtibar görmeyen kulu vardır ki, bir şeyin olması için yemin etse, Allâh o şeyi tahakkuk ettirir.” (Müslim, Birr, 138/2622)
İkincisi, kulun irâdesinin Allâh’ın irâdesine uygun düşerek bir tasarrufun gerçekleştirilmesidir.
Üçüncüsü de Allâh’ın irâde buyurması ile tahakkuk eden tasarruflardır.
[13] Bu mevzuyla ilgili olarak tafsîlâtlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 341-368.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları