Hâtemü’l-Enbiya Efendimizin pâk ruhları artık Âlâ-yı İlliyyîn’e [En Yüksek Makama] yükselmişti. Ezvac-ı Tâhirat, üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar!
O sırada annesi tarafından “Hz. Resûlullah’ın son anlarını yaşadığını” haber alan Hz. Üsame, hareket etmeyip ordusuyla Mescid-i Şerif’e gelmişti. Hâne-i saadette feryat ve figanın yükseldiğini duyan ashap, kalplerinden vurulmuşa döndüler. Sanki gök kubbe bir anda başlarına yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu.
Hz. Ömer, cesaret ve adalet timsâli Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hatta herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırdı:
“Resûlullah ölmemiştir ve sağdır! Ona sadece, Hz. Mûsa’ya ârız olan saika gibi bir saika ârız olmuştur. Kim ‘Muhammed öldü’ derse, onu kılıcımla iki parça ederim!”[1]
Halkı Teskin Eden Sıddık-ı Ekber
Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının adeta koptuğunu fark eden Hz. Ebû Bekir, süratle hâne-i saadete geldi.
Dehşet ve hayret içinde, Fahr-i Kâinat’ın mübarek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü, tecessüm etmiş bir nur idi. Eğildi, tâzim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:
“Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!”[2]
Sonra da Ehl-i Beyt’e teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer
Hz. Ebû Bekir, hâne-i saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerif’e vardı. Hz. Ömer’in “Resûlullah vefat etmedi” sözlerini duymuştu. Bunun üzerine şöyle konuştu:
“Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (a.s.m.) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.”[3]
Sonra da şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ardınıza dönüverecek misiniz? (Dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?) Kim ardına dönerse, elbette Allah’a hiçbir şeyle zarar verecek değil; fakat şükredip sabredenlere, Allah muhakkak mükâfat verecektir!”[4]
Bu ayet-i kerime, Uhud Muharebesi’nde, “Muhammed öldürüldü!” şâyiası üzerine nâzil olmuştu. Ashap, onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş oldukları halde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!
İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve ashaba hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifa etmiş oluyordu.
Bu hitabe ve bu ayet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine sahabeler, kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar.
Daha sonra Hz. Ebû Bekir, şu meâldeki ayet-i kerimeyi okudu:
“(Ey Resûlüm!) Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler!”[5]
Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir, bu hitabesiyle, o zamanki İslam cemaatine büyük bir hizmet ifa etmiş oluyordu.
Ashab-ı güzin artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de “Resûlullah ölmemiştir!” sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi.
Evet; Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifiyle duyduğu sevinç kadar hiçbir sevinç duymamıştı. Şimdi ise, aynı Medine, en büyük hüzün ve keder ânını yaşıyordu; adeta, semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.
Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi
Resûl-i Kibriya Efendimizin vefatıyla Medine mâteme bürünmüştü. Gözlerden gözyaşı, gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu.
Ancak bununla hiçbir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslam’ın hükümlerini tatbik edecek, Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi gerekliydi.
Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan, Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir’di. Zira, ashab-ı kiramın en yüksek tabakası, en evvel Mekke’de iman eden seçkin sahabelerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi. Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler; fakat Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir’i, ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerif’e açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde Hz. Ebû Bekir’inkini açık bıraktırmıştı. Ebedîyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslam’ın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti. Bu sebeple, Hz. Resûlullah’tan sonra halifeliğe en lâyık o idi. Nitekim netice de öyle oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin ebedîyet âlemine irtihal buyurdukları Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müzakerelerden sonra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah’ın halifesi seçildi ve ona bîat edildi.
Hz. Ebû Bekir’e Umumî Bîat
Rebiülevvel ayının 13’ü, Salı günü…
Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevî’ye geldi, minbere çıkıp oturdu.
Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı; Allah’a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara hitaben, “Allah halifeliği, sizin hayırlınız, Resûlullah’ın (a.s.m.) yâr-ı gârı olan zâta nasip etti. Kalkınız, ona bîat ediniz!” dedi.
Mescid-i Şerif’te bulunan Müslümanlar kalkıp Hz. Ebû Bekir’e umumî bîat yaptılar.[6]
Bîat işi bitince, Hz. Ebû Bekir, Allah’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle konuştu:
“Ey insanlar! Ben, üzerinize vâli ve emîr oldum. Hâlbuki, sizin en hayırlınız değilim! Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz, fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz! Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir. İnşallah, içinizdeki en zayıfınız, kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır!
“Ey insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben, Allah ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz; ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itaatiniz lâzım gelmez. Kendim ve sizin için Allah’tan af ve mağrifet dilerim!”[7]
Peygamber Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması
Rebiülevvel ayının 12’si Pazartesi günü Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimiyle meşgul olduklarından, Peygamber Efendimizin yıkanması, teçhiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir’e Mescid-i Nebevî’de umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı.
Resûl-i Kibriya Efendimizin hücre-i saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas, Kusem b. Abbas, Üsame b. Zeyd ve Peygamberimizin azatlısı Şükran (Sâlih) bulunuyordu.[8]
Bu arada, ensar-ı kiram da, bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs b. Havlî’yi içeri aldı.[9]
Yıkama işini Hz. Ali yaptı; zira, Resûl-i Kibriya Efendimiz, sağlığında ona, “Vefat ettiğim zaman, beni sen yıka” diye vasiyet etmişlerdi.[10]
Evs b. Havlî testiyle su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsame ve Şükran, Peygamberimizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de, eline sarmış olduğu bezle gömlek üzerinden ovuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesetleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i saadetin içini, o âna kadar görülmemiş güzel bir koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görülegelen şeylerden hiçbirinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken, “Anam babam sana feda olsun! Hayatında da, vefatında da temizsin, güzelsin yâ Resûlallah!”[11]diyordu.
Yıkama işi bittikten sonra, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.[12]
Peygamberimizin Üzerine Namaz Kılınması
Rebiülevvel ayının 13’ü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriya Efendimizin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i saadetinde seririnin üzerine konuldu. Bundan sonra hâne-i saadetlerinin kapısını açtılar. Önce erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar, Fahr-i Âlem Efendimize karşı bu son vazifelerini huşû ve hüzün içinde ifa ettiler.
Resûl-i Ekrem’in Defni
Resûl-i Ekrem’in nereye defnedileceği hususu görüşüldü.
Bir kısmı, Mekke’ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine’de ve Bâkî Kabristanı’na, bazıları ise mescidin içine defnedilmesini teklif etti.[13]
Fakat Hz. Ebû Bekir, “Ben, Resûlullah’tan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: ‘Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu, o peygamberin defnolunmak istediği yerde kabzetti.’ Dolayısıyla, Resûlullah’ı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!”[14]dedi.
Bu teklif, ashab-ı kiram tarafından da benimsendi. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizin, Hz. Âişe’nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.
Hz. Bilâl’in, Müslümanları Ağlatması
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz defnedilmemişti.
Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu. “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah” dediği zaman, ashab-ı kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı; Mescid-i Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.
Bu, Hz. Bilâl’in son ezanı oldu. Resûl-i Kibriya Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı.
Peygamberimizin Kabre Konması
Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi.
Nihayet, gönül ve gözyaşları arasında Server-i Kâinat’ın mübarek na’şını kabrine tevdi ettiler.
Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken, duamız da şu:
Allahım! Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma; ahirette ise şefaatinden mahrum kılma!
Âmin… Âmin… Âmin…
[1] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 266.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 268.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 268; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 95.
[4] Âl-i İmrân, 144.
[5] Zümer, 30.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 311; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 203.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 311; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 183; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 203.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 312; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 278-279.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 312; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 260.
[10] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 278, 280-281.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 313; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 281.
[12] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 291.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 314; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 292.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 292; Tirmizî, a.g.e., c. 3, s. 338