Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında cereyan eden Akabe bîatları ve yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde yepyeni emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibadetlerini serbestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yayabileceklerdi. Çünkü Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç, onlara kucaklarını açmış, her halükârda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dair vaadde bulunmuşlardı. İslam güneşinin Medine’de bütün haşmetiyle parlayacağı, şimdiden gözüküyor gibiydi!
Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden endişe duyarken, Resûl-i Ekrem, hızla İslamlaşan bu yeni yurdun İslam merkezi haline bir an evvel gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke’de oldukça nâzik bir devre yaşanıyordu. Hz. Resûlullah’ın Medinelilerle anlaşma akdettiğini duyan müşrikler, Müslümanlara karşı olan zulüm ve işkencelerini daha da artırdılar. Mesele, adeta bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti!
Mekke’de hayat, onlar için bir azap; içilen su, teneffüs edilen hava, sanki yakıcı bir ateş olmuştu.
Müslümanlar, bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber Efendimize arz ettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce kendisine böyle bir müsaadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak bu açıklamasının üzerinden daha birkaç gün geçmişti ki sevinç içinde hicret müsaadesinin verildiğini, Müslümanlara şöyle bildirdi:
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu, bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin, Medineli Müslüman kardeşlerle birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!”[1]
Görüldüğü gibi, Kureyşli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki tehdit ve baskısı, İslam’ı “yaşamak” ve “neşretmek” şartlarıyla hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i Kibriya Efendimiz hicrete izin vermişti.[2] Hz. Âişe’nin, “Mü’min, dini için Allah’a veya Resûlüne hicret etmek zorunda idi. Zira, dinini yaşamaktan menedilmesi korkusu vardı” sözü, bu durumu ifade eder.[3]
“Şu halde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak, yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır. Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaşanmayı tespit etmiştir. Bulunulan yerin şartları, bu gayenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek şarttır, dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma düşen kimseleri, hicret etmediği takdirde Kur’an-ı Kerim mâzur addetmiyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor.[4] Bunlar, dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler.”[5]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu müsaadeden sonra “dini yaşayıp neşredebilmek için müsait yer arama gayreti” olan hicret hareketini inceden inceye düşündü. Müslümanlara, hicret ederken ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu müsaade ve tavsiyelerinden sonra Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek şekilde birer ikişer veya küçük gruplar halinde Medine’nin yolunu tuttular!
Herkesten önce Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere ayrılan sahabe, Ebû Seleme İbni Abdi’l-Esed idi.
İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve yakalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. İslam dininden vazgeçirmek için her türlü çareye başvuruyorlardı. Öyle ki gerektiğinde kadınları kocalarından ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da hapsi boyluyordu. Fakat dâhilî bir harbin patlamasına sebebiyet verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı. Bunun dışında akla hayale gelecek her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat Müslümanlar kat’î kararlarını vermişlerdi ve ne pahasına olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim her engeli aşarak hicretlerine devam ettiler.
Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zaten, Medine ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.
HZ. ÖMER’İN HİCRETİ
Sâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer, kılıcını kuşandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kâbe’ye gitti. Açıkça Kâbe’yi yedi sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik elebaşlarına cesaretle şöyle seslendi:
“İşte, ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum! Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak isteyen varsa, şu vadide önüme çıksın!”[6]
Bu pervasızca seslenişten sonra, yirmiye yakın Müslümanla gündüz ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiçbiri arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.
Böylece, birkaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye yerleşmek üzere Mekke’den ayrıldı. Geride Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedariği göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takati bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat bu hususta Cenab-ı Hakk’ın iznini bekliyordu. Hatta Hz. Ebû Bekir, Medine’ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe o, “Sabret! Umulur ki Allah Teâlâ, sana bir refik ihsan eyleye” buyurdu.
MÜŞRİKLERİN TELÂŞI
Peyderpey Medine’ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekâr muhacirler ise, Kuba’da oturan bekâr sahabe Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldular.
Kureyş müşrikleri, hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla birleşip kuvvetlendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele, Peygamber Efendimizin de bir gün hicret edip başlarına geçeceğini, kendilerine karşı savaşabileceğini ve gerektiğinde Şam ticaret yollarını bile kesebileceğini düşününce telâşları büsbütün arttı.
Dâru’n-Nedve’de Toplantı
Derhal bu hususu görüşüp tedbir almak için Dâru’n-Nedve’de toplanmayı kararlaştırdılar.
Dâru’n-Nedve, Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Kusayy b. Kâb’ın yaptırdığı, kapısı Kâbe’ye bakan konağı idi. Kureyş ileri gelenleri, mühim işlerini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.
Peygamber Efendimizin işini görüşmek üzere de daha önceden kararlaştırdıkları günün sabahında Dâru’n-Nedve’de bir araya geldiler.
Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, “Kimsin?” diye sordular. “Necidli bir ihtiyarım” diye cevap verdi adam. “Böyle bir toplantının yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek istedim. Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda mütalâalarımı beyan etmek istiyorum!”
Kureyşliler, “Olur, gir!” dediler ve onu içeri aldılar. Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş şeytandı!
Verilen Korkunç Karar!
Toplantıda yüz kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak karardan hemen haberleri olmasın diye, Hâşimoğullarından sadece İslam düşmanı Ebû Leheb alınmıştı. “Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?” diyerek meseleyi görüşmeye açtılar.
Bazıları, “Onu zincire vurup hapsettirelim” fikrini ileri sürdüler. Necidli bir ihtiyar suretine girmiş olan şeytan, “Hayır!” dedi. “Vallahi bu görüşünüz uygun değildir. Siz, onu hapsedecek olursanız, bunu duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve propagandası ile çoğalarak, bu işte size galip gelirler! Siz başka bir tedbir düşününüz!” Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin!” dediler.
Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve “Hayır, vallahi bu düşünceniz de yerinde değildir! Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin insanların kalplerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri arasında dolaşır ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size istediğini yapabilir. Onun için siz başka bir şey düşününüz!” dedi. Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve “Vallahi ben, onun hakkında hiçbir zaman düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm!” dedi.
“Nedir o?” diye sordular.
Ebû Cehil, “Onu öldürmekten başka çare yoktur! Bunun için de aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların her birine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Böylece kimin öldürdüğü de belli olmaz. O halde, Hâşimîler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve çârnâçar diyete râzı olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz!” diye konuştu. Necidli ihtiyar kılığına girmiş olan şeytan ileri atıldı ve “En doğru fikir ve uygun çare budur!” dedi.
Diğerleri de Ebû Cehil’in bu görüşünü kabul ettiler ve dağıldılar.[7]
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 111; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 226; Buharî, Sahih, c. 2, s. 330; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 180.
[2] Doç. Dr. İbrahim Canan, Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, s. 17.
[3] Buharî, Sahih, c. 3, s. 65.
[4] bkz. Nisâ, 97.
[5] Doç. Dr. İbrahim Canan, a.g.e., s. 17-16.
[6] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 183-184.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 124-126; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227; Taberî, Tarih, c. 2, s. 242-243; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 290-291; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 177-178; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 189-190.