Sevgili Peygamberimiz, sekiz yaşında…
Dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâlib’in himâyesinde.
Ebû Tâlib, son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka herhangi bir mal ve mülke de sahip değildi. Aile efradı kalabalık olan Ebû Tâlib, haliyle maişet cihetiyle büyük sıkıntı içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışı ile Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet görür idi. Hz. Ali, babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
“Babam, Kureyş’in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Hâlbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir.”
Ebû Tâlib, yaşayışı bakımından da, Câhilliyye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Abdülmuttalib gibi, asla kullanmazdı. Görüldüğü gibi Ebû Tâlib, her haliyle Kâinatın Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlib, aynı zamanda kardeşi Zübeyr’den kendisine geçen Kâbe perdedarlığı demek olan “rifade” ve hacılara su içirme hizmeti demek olan “sikâye” vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas’a devretmek zorunda kaldı. Sikâye ve rifade hizmetleri, Mekke’nin fethine kadar Hz. Abbas’ın elinde devam etti. Resûlullah, Mekke’yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlib de, babası gibi, Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Öz baba gibi, yetişmesine son derece dikkat ediyordu. Yeğenini asla yanından ayırmak istemezdi. Gittiği her yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder ve konuşurdu.
Ebû Tâlib’in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Peygamber Efendimiz görülmeyince amca, “Muhammed’im nerede? Çağırın, gelsin” derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi.[1]
Zaten, Sevgili Peygamberimiz, ta o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken, o büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hatta bazı kere amcası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.[2]
Henüz bu yaşında Sevgili Efendimiz, —büyüklüğünde olduğu gibi— açlıktan, susuzluktan da şikayet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen, bu hususu şu ifadelerle dile getirir:
“Resûlullah’ın, çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikayet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, ‘İstemem, karnım tok’ derdi.”[3]
Yine Peygamber Efendimiz, sabahları pırıl pırıl parlayan temiz bir yüz, taranmış tertemiz saçlarıyla gündüz âlemine sevgi, neşe ve hayat dolu nur gözlerini açardı.[4]
Peygamberimiz, Amcasıyla Yağmur Duasında!
Mekke ve havalisi, şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kupkuru ve toprak susuzluktan şerha şerha idi.
Kureyşliler Ebû Tâlib’e başvurarak, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya başladı! Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan?”
Ebû Tâlib teklifi reddetmedi. Ancak yalnız gidemezdi, gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed’i de almalıydı. Çünkü onun bereket ve ihsanlara vesile olduğunu birçok hadisede görmüş ve anlamıştı.
Ebû Tâlib, yeğeni Saadet Güneşiyle birlikte Kâbe’ye vardı. Sırtını bu kutsî mâbede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Muhammed (a.s.m.) ise, Kâbe’nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da göğe doğru kaldırmıştı.
…Ve az sonra Rahmân-ı Rahîm’in rahmet deryası coştu ve yağmur, bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Öyle ki kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler sevinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), insanlığa maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mesut ve mamur etmek üzere vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu!
Fâtıma Hâtun’un Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma Hâtun’un da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hatta onu yedirip doyurmadan, çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece, Dürr-i Yetim’e, annesiz kalmış olmanın ızdırap ve hasretini hissetirmemeye çalışıyordu!
Sevgili Peygamberimiz de, Fâtıma Hâtun’a sevgi ve saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı Öyle ki Fâtıma Hâtun, vefat ettiğinde “Bugün annem öldü!” diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.
Resûl-i Ekrem’in bu hareketi, ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:
“Ebû Tâlib’ten sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yoktur. Ahirette, cennet elbiselerinden elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım.”[5]
Kendisine yapılan iyilikleri, kim tarafından olursa olsun asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s.m.)…
Resûl-i Ekrem’in bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hidayete ermesinde büyük tesiri olduğu, hayat safhaları içinde görülecektir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN KOYUN GÜTMESİ
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ömr-ü saadetlerinin onuncu yılı içinde bulunuyorlardı.
Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib’in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası, önce buna râzı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun, bu isteğe şiddetle karşı koydu. Gözbebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi?
Fakat Fahr-i Âlem Efendimiz, bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtun’u ikna ve râzı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dolaştırıp otlatmaya başladı.
Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olmazsa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de yalnız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkânını elde etmiş oluyordu. Kırda Cenab-ı Hakk’ın, her an tazelendirdiği yer ve gök sahifelerindeki ulvî manzaraları seyrediyor ve adeta ruhu onlardan eşsiz bir zevk ve derin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu vazife, onu aynı zamanda tefessüh etmiş cemiyetin yalan ve hile ile dolandırıcılık ve riyâ ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.
Ömr-ü saadetlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimize nübüvvet vazifesi verildikten sonra, sahabeleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Merruzzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında sahabelerine şöyle buyurdu:
“Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü onun siyahı en lezzetlisidir!”
Sahabeler, merak ve hayret içinde, “Yâ Resûlallah!” dediler. “Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?”
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, yine ruhlar okşayan tebessümleri arasında, “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmemiş olsun!”[6]cevabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hatıra olarak kaydedilen bu koyun gütme hadisesini, yine Resûl-i Zîşan Efendimiz bir gün şöyle yad edecektir:
“Mûsa (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Dâvud (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber gönderildim. Ben de kendi ailemin koyunlarını Ciyad’da (Mekke’nin alt tarafında bir yer) güderdim.”[7]
Görülüyor ki Kur’an’da “en yüksek ahlâkın sahibi” olarak tavsif edilen Resûlullah Efendimizin, henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Tafsili ciltler teşkil edecek şu mübarek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
“Hepiniz çobansınız. İdareniz altında bulunanlardan mes’ûlsünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes’ûldür. Kişi, ehil ve iyâlini gözetip korumakla mükellef ve bundan mes’ûldür. Kadın, kocasının evinden mes’ûldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhâfızıdır ve bundan mes’ûldür. Kişi, babasının malının muhâfızıdır ve bundan mes’ûldür. Hepiniz, idareniz altında olanlardan mes’ûlsünüz.”[8]
Eğlencelere Katılmaktan Alıkonması
Cenab-ı Hakk’ın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatmıştır:
“Ben, Câhiliyye devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim. Teşebbüs ettiğim şeye gelince… Bir gece, Kureyş’ten bir gençle, Mekke’nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı (veya develerini) otlatıyorduk. Ben arkadaşıma, ‘Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke’ye giderek, gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum’ teklifinde bulundum. Arkadaşım, ‘Olur, bakarım’ dedi. Bu maksatla Mekke’ye geldim.
“Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda, defler, düdük ve ıslıkların çalındığını duydum. ‘Nedir bu?’ diye sordum. ‘Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş; onların düğünleri yapılıyor’ dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Derken, Allah, kulaklarımı tıkadı. Uyuyakaldım ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde benden, ne yaptığımı sordu. ‘Hiçbir şey yapmadım’ dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
“Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde rica ettim. Ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke’ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken, Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi! Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
“Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar, hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.”[9]
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 120.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.,
[3] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 729-730.
[4] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 730.,
[5] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 112; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 369-370.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 125-126; Buharî, Sahih. c. 2, s. 247-248; Müslim, Sahih, c. 6, s. 125; İbn Mâce, Sünen, c. I2, s. 727.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126.
[8] Müslim, Sahih, c. 6, s. 8.
[9] Taberî, Tarih, c. 1, s. 196.