Kâinatın Efendisi, otuz sekiz yaşına girince gaibten bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda birtakım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibten “Yâ Muhammed!” diye nidâ ediliyordu.
Fakat Efendimiz, bu garip seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam manasıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hadiselerin manasız ve boşu boşuna cereyan etmediklerini biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu.
Zaman zaman da sadece muhterem zevcesi Hatice-i Kübra’ya bu sırları anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hz. Hatice validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyanet meleği gibi koruyor ve konuşmaları, sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.
Kâinatın Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.
Sâdık Rüyalar
Kâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında iken “sâdık rüyalar” devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hadiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hal içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki geceden gördüğü rüyalar, o gecenin sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu.[1]
Peygamber Efendimizi, vahiy almaya bir nevi hazırlama maksadına mebni olan bu durum altı ay devam etti.
Yalnızlık Araması
Kâinatın Efendisinin mübarek ruhu, bu altı aylık devreden sonra artık tamamıyla yalnızlık arıyordu. Cemiyetten uzak durmak, düşünceleriyle başbaşa kalmak, en büyük arzusuydu. Çünkü ruhu, içinde bulunduğu cemiyetin ahlâksızlığından, zulüm ve zulmetinden sıkılıyordu.
Ona adeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki her şeyinden vazgeçebelir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür âlemiyle başbaşa kalmaktan asla vazgeçemezdi.
Bu sebeple, onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan uzak ıssız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.
Ve bu yalnızlık sırasında, adeta dağdan taştan, yerden gökten, kâinatın niçin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve maksatlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki bu suallerine ne Hira’nın kayaları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin lâmbası güneş, ne gece âleminin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar ve ne de gelip geçen bulutların hiçbiri cevap veremiyordu. Ve o, bu suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.
Evet, Fahr-i Kâinat’ın mübarek ruhu, zâhiren yalnızlık istiyordu; hakikatte ise, kâinatın yaratıcısı Cenab-ı Hakk’a muhatab olmak arzusunu ruhunun derinliklerinde taşıyordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu…
Bu hal, az veya çok, hemen hemen bütün peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştür. Hz. Musa, peygamberliğinden önce kırk gün kadar Tur dağında, dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir. Yine Hz. İsa, sâkin bir ormanda kırk gün kadar her şeyden uzak ibadetle meşgul olmuştur.[2]
KÂİNATIN EFENDİSİ, HİRA’DA
Sene Milâdî 610.
Kâinatın Efendisi kırk yaşında.
Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hira dağının[3]tepesindeki mağarada tefekkür, ibadet ve dua ile geçirirdi. Burası sessiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsait yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübarek ruhları burada adeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hira mağarasında rastgele değil, ceddi Hz. İbrahim’in Hanif dini üzere ibadet ve tâatte bulunuyordu.[5]
Ömr-ü saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hira’da ibadet ve tâatle geçirecekti. Zevcesi Hatice-i Kübra’nın hazırladığı azığıyla Hira dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda adeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takip ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat bu sükût ve sükûnet manasız değildi; ibret ve hikmetle doluydu.
Hira mağarası | Nur Dağı |
Kâinatın bu manalı sükûtuna, Peygamberimiz de derin düşüncesiyle katılıyordu ve adeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat, onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: “Sebeb-i vücudum, sensin. Manamı da en güzel izah edecek, sensin. Bir kitab-ı Rabbanî olduğumu bildirecek, sensin. Onun için sana minnettarım, sana hürmetkârım.”
Kâinatın Efendisi, artık sessiz sâkin ve İlâhî tecelli mazhariyetine erecek Hira dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatiyle, dua ve tefekkürü ile meşguldü.
[1] Buharî, Sahih, c. 1, s. 6; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 153.
[2] Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet, Terc.: Ali Genceli, c. 1, s. 44-45.
[3] Hira dağı: Resûl-i Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km kadar uzaklıktadır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri, yıkılmış, yığılmış kayalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir adamın içinde durabileceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Gariptir ki mağaranın uzandığı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sadece bir deliktir. Buraya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 252.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 260.