Mekke halkının meşguliyetleri başında ticaret geliyordu. Ebû Tâlib de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak kıtlık kuraklık yıllarının başgöstermesi, kabile savaşlarının birbirini takip etmesi ve aile efradının fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek malî kuvveti pek kalmamıştı. Bu yüzden, Efendimizi de yanına alarak yaptığı Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret kervanlarına katılma imkânını elde edemedi. Mekke’nin içinde bazı işler yapmakla geçinip gidiyordu.
Mekke’de Nebiyy-i Ekrem Efendimizin akrabalarından zengin bir dul kadın vardı: Hatice binti Hüveylid… O, servetiyle ticaret kervanlarına ortak oluyordu.
Peygamber Efendimiz, yirmi beş yaşında bulunduğu sırada, Kureyş yine Şam’a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi bu defa da mallarının başında gönderecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.
Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Tâlib, bunu duydu. Himâyesinde bulunan yeğeni Nebiyy-i Muhterem Efendimizi yanına çağırarak, kendisine açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:
“Ey kardeşim oğlu! Mal ve mülk sahibi olmadığımı biliyorsun. Şiddetli kıtlık ve kuraklık, elimizi avucumuzu kuruttu; bizde ne ticaret bıraktı, ne de kalkacak, kımıldanacak güç ve derman… Bak, kavminin ticaret kervanı Şam’a gitmeye hazırlanıyor. Hüveylid’in kızı Hatice de, bu kervana yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarıyla birlikte de kavminden bazı kimseler gönderecektir. Hatice, ticaretle uğraşan, serveti bol ve başkasının da bu servetten istifade etmesini isteyen bir kadındır. Senin gibi emniyet edilen temiz, vefalı bir insana, onun bu konuda ihtiyacı vardır. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürüstlüğün ve üstün meziyetlerinden dolayı seni başkalarına tercih edecektir!”
Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde belirtti: “Gerçi, seni Şam’a göndermekten çekiniyorum; Yahudilerin sana bir zarar vermesinden de korkuyorum! Ama ne yapayım ki geçimimizi temin konusunda, bundan başka hatırıma gelen bir fikrim de yok.”[1]
Amcasına, “Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap” cevabında bulundu.
Ebû Tâlib’le Resûl-i Ekrem Efendimiz arasında geçen konuşma, Hz. Hatice’ye ulaştı. Nebiyy-i Mükerrem’in doğru sözlü, güvenilir, emniyetli, üstün ahlâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek çağırttı, kendisine şöyle dedi:
“Ben, seni Şam’a gidecek ticaret mallarımın başında göndermek istiyorum. Senin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı olduğunu biliyorum. Sana, kavmimden hiçbir kimseye vermediğim yüksek bir ücret vereceğim!”
Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib’e haber verdi. Buna son derece sevinen amcası, “Bu, Allah’ın sana ihsan ettiği bir rızıktır!” diye konuştu.
Ebû Tâlib, ücreti tayin etmeden yola çıkılmasını münasip görmediğinden, Efendimize, gidip bizzat Hz. Hatice’yle bu hususu konuşmasını söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz, bunu istemediğini belli etti. Bunun üzerine Ebû Tâlib kendisi bizzat giderek, “Ey Hatice!” dedi. “Biz işittik ki sen filanı iki erkek deve vermek üzere tutmuşsun. Biz, Muhammed için dört erkek deveden aşağısına râzı olmayız!”
Efendimiz gibi son derece itimat edilir birini bulan Hz. Hatice sevinç içinde, “Ey Ebû Tâlib!” dedi. “Sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret dilemiş bulunuyorsun! Bundan daha fazlasını isteseydin bile ben yine kabul ederdim!”[2]
Haliyle Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu.
Hz. Hatice, kölesi Meysere’yi de Resûlullah Efendimizin emrine verdi ve ona şu tembihte bulundu:
“Sana ne emrederse derhal itaat edeceksin, hiçbir fikrine karşı aykırı iş görmeyeceksin, bir dediğini iki etmeyeceksin ve her halini bana bildireceksin!”
Kervanın yola çıkması için bütün hazırlıklar tamamlandı. Ebû Tâlib ile Efendimizin halaları da, onu uğurlamaya geldiler ve kervanda bulunanlara onunla ilgilenmelerini rica ettiler.
…Ve kervan yola çıktı.
Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra, Şam topraklarına vardı. Kervana iştirak edenlerin her biri, Busra panayırının münasip yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.
Rahip Nastûra ve Efendimiz
Efendimizin daha önceki Şam seyahati sırasında manastırda bulunan Rahip Bahîra, ölümüyle yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı.
Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi, pencereden gelen kafileyi seyreden rahibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı Meysere’yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğunu sordu.
Meysere, “O, Kureyş ve Mekke halkından bir zâttır” cevabını verdi.
Nastûra, bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da Meysere’yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı: “O ağacın altına şimdiye kadar (bu vakitte) peygamberden başka kimse inmemiştir.”[3]
Daha sonra Meysere’ye şu suali yöneltti:
“Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?”
Meysere’den “Evet” cevabını alınca, teşhisini kesinleştirdi: “O, peygamberdir, hem de peygamberlerin sonuncusudur!”[4]
Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbâlin peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci, vücudunun bütün zerrelerine bir anda yayıldı. Tabii, rahibin söyledikleri de hâfızasına nakşoldu.
Satışlar tamamlanmış ve alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki Peygamberimiz herkesten ziyade kârlı bir ticaret yapmış.[5]Bu sefer Meysere’nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.
Kervan, Busra’dan ayrılarak Mekke’ye doğru yola çıktı.
Melekler Gölge Ediyor!
Kervan, sıcak kumlar üzerinde Mekke’ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş, ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat bu da ne? Meysere, gözlerine inanamıyordu. Tekrar tekrar açıp kapatıyordu gözlerini… Acaba yanlış mı görüyordu?
Ama hayır! Gördüğü, ne hayal, ne de gözlerindeki bir yanılmanın eseri idi; tamamıyla gerçekti: İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için, bulut tarzında Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyordu.[6]
Meysere, hayranlık ve heyecanından yerinde duramaz hale gelmişti. Güneşin sıcaklığı, bu garip hadisenin mûnis sıcaklığı yanında artık ona pek de tesir etmiyordu. Ne var ki Nur Muhammed’e (a.s.m.), bu olup bitenleri ve duyduklarını anlatma cesaretini kendinde bir türlü bulamıyordu! Hayretini, heyecanını ve şaşkınlığını hep içinde saklıyor, dışa aksetmemesi için var gücünü sarfediyordu.
Artık kervan, Mekke’den görülmeye başlanmıştı.
Hz. Hatice, evinin damında, Kureyş kadınlarıyla birlikte, gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes gibi o da hayret içinde idi! Gelen, Muhammed ve Meysere’dir. Ya Muhammed’in (a.s.m.) başı üzerinde gelenler ne? Gözleri yanlış mı görüyor? Hayır, o da gerçeğin ta kendisini görüyordu ve yine iki melek, Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice, heyecan içinde yanındaki kadınlara da bu garipliği gösteriyordu:[7]“Bakın, bakın, Muhammed melekler tarafından gölgeleniyor!”
Kervan Mekke’ye ulaştı. Peygamberimiz, malları Hz. Hatice’ye teslim etti. Hatice de getirilen malları yüksek bir kârla sattı.[8]Meysere, müşâhedelerini anlatıyor…
Meysere, bu yolculuk esnasında Kâinatın Efendisinden çok şey görmüş, çok şey öğrenmişti.
Her şeyden önce, temizliğe son derece riayet ediyordu, ahlâkı mükemmeldi, doğru sözlüydü, arkadaşlığı samimi ve ciddiydi. Ticaretteki dürüstlüğüne diyecek yoktu.
Bütün bunları, Rahip Nastûra’nın söylediklerini ve yolda gördüğü garipliği, Meysere bir bir Hatice’ye anlattı.
Hz. Hatice’nin yirmi beşindeki bu gence karşı hayranlık ve alâkası artık son haddine varmıştı. Meysere’den duyduklarını ve kendisinin gördüğünü, vakit geçirmeden amcası oğlu Varaka b. Nevfel’e nakletti.
Varaka, bilgili bir Hıristiyandı. Putperestliğe taraftar değildi. Kendi halinde yaşlı ve aklı başında bir insan idi.
Hatice’den duydukları karşısında o da hayretini gizleyemedi: “Eğer bu söylediklerin doğru ise, şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir! Ben, zaten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman, onun tam zamanıdır!”[9]
Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice’nin gönlü sevinçle doldu.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 129-130.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 130.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 199; İbn Sa’d, Tabakat, c, 1, s. 130; Taberî, Tarih, c. 2, s. 196.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 122.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 200; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 196.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 200; İbn Sa’d, a.g.e., s. 130-131.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 200; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 197.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 203; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 123; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 267.