(Hicret’in 4. senesi Sefer ayı)
Uhud Harbi’nden sonra, Müslümanların harpteki mağlubiyetleriyle zaafa uğradıkları zannına kapılan etraftaki bazı Arap kabilelerinde, İslam’ın merkezi Medine’ye karşı bazı kıpırdanma ve hareketlenmeler görüldü. Harekete hazırlananlardan biri de, Huzeyl kabilesinden Hâlid b. Süfyan idi. Medine üzerine yürümek için hazırlıklarını tamamlamıştı ki Peygamber Efendimiz durumu haber almıştı. Ashâb-ı Suffa’dan Abdullah b. Üneys’i, haberin doğruluğunu tahkik için göndermişti. Yayılan haberin doğru olduğunu, bizzat hareketi plânlayan Hâlid b. Süfyan’dan öğrenen Abdullah b. Üneys, bir fırsatını kollayıp, kılıcıyla onu öldürmüştü.[1]
Bu hadise, civar kabilelerin bir müddet sessiz sedâsız durmalarını sağlamıştı, ama Müslümanlara karşı intikam ve taarruz hırslarını da bilemiş oluyordu.
Sinsi düşman, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkamayacağını anlayınca, bu intikam duygusunu tatmin için başka yollar aradı. Masum kılığına girerek Adal ve Kare kabilesine mensup altı kişilik bir heyet, Medine’ye çıkageldi. Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktılar.
“Yâ Resûlallah! Kabilemiz arasında İslamiyet yayılmış durumda. Sahabelerinden birkaçını, İslam hükümlerini tebliğ etmek, Kur’an okuyup öğretmek üzere bizimle beraber gönder!”[2]diye ricada bulundular.
Resûl-i Ekrem, İslam’a hizmet teşkil edecek bu masum ve mâkul görünen talebi cevapsız bırakmadı; Mersed b. Ebî Mersed başkanlığında on sahabeyi gelenlerle birlikte gönderdi. İrşad vazifesiyle yola çıkan on sahabeden, isimleri bilinen yedisi şunlardı:
Mersed b. Ebî Mersed, Hâlid b. Ebî Bukeyr, Abdullah b. Târık, Âsım b. Sâbit, Hubeyb b. Adiyy, Zeyd b. Desinne ve Muattib b. Ubeyd.[3]
İrşad heyeti, Huzeylilere âit Recî’ adındaki su başına geldiklerinde, âdi ve alçakça bir hıyanetle karşı karşıya bulunduklarını anladılar. Bir anda Benî Lihyan’dan yüz kadar okçunun hücumuna maruz kaldılar. “Biz Müslüman olduk, bize irşad heyeti gönder” diye yalvaran bu adamlar, şimdi Müslüman mürşidleri Lihyanların okçularına teslim ediyorlardı.
Müslümanlar, kılıçlarını sıyırarak bir dağa iltica ettiler. Kendilerini kılıçlarıyla müdafaa etmeye kalktılarsa da, kısa zamanda mukavemetleri kırıldı. Hainler, Müslümanların sığındıkları dağın etrafını sardılar:
“Eğer yanımıza inip teslim olursanız sizi öldürmeyiz!” diye seslendiler. Müslüman muallimler, müşriklerin bu sözlerine güvenmeyip teslim olmayı reddettiler. İçlerinden Âsım b. Sâbit, “Ben, müşriklerin himâyesini ömrüm boyunca kabul etmemek üzere yeminliyim! Vallahi, ben bu kâfirlere asla teslim olmam!” dedi; sonra da, “Allahım, Resûlünü durumumuzdan haberdar et!” diye dua etti. Bir taraftan da müşriklere ok yağdırıyordu. Ok atarken de, “Ben ne diye çarpışmayayım ki? Gücüm kuvvetim yerinde, oklarım yanımda, yayımın kirişi kalın, enli temrünler sebebiyle kayıp gitmekte.
“Ölüm hak, dünya boş ve geçicidir.
“Takdir edilen elbette başa gelecektir!
“İnsanlar er geç Allah’a dönecektir!
“Eğer ben sizinle çarpışmazsam annem evlatsız kalsın”diyordu.[4]
Bu kahraman sahabe, oku bitince, mızrağını kullanmaya başladı. O da kırılınca kılıcına sarıldı. Böylece birçok müşriği yere serdikten sonra son duası ise şu oldu:
“Allahım! Ben senin dinini korumaya çalıştım; sen de cesedimi müşriklerden koru!”
Diğer sahabeler de kahramanca çarpıştılar. Ancak yüz kişiye karşı on kişi ne yapabilirdi ki? Sonunda, aralarında Âsım b. Sâbit’in de (r.a.) bulunduğu yedi sahabe, müşrik oklarıyla şehit oldular. Geri kalan üç sahabe ise, müşriklerden kendilerini öldürmeyeceklerine dair kesin söz alınca teslim oldular. Müşrikler üçünü de yaylarının kirişiyle sıkıca bağladılar. Sonra Mekke’nin yolunu tuttular. Maksatları, onları götürüp Müslümanlara karşı kalpleri kin ve nefretle dolu Kureyş müşriklerine satmaktı!
Yolda, Abdullah b. Târık, bir fırsatını kollayıp kaçtı. Ancak bu kaçış hayata değil, şehâdete idi. Müşriklerin attıkları taşlarla o da şehit oldu. Geriye iki kişi kaldı: Zeyd b. Desinne ve Hubeyb b. Adiyy… Bunları da götürüp Mekke’de sattılar.
Âsım b. Sâbit, Uhud Muharebesi’nde, Sülâfe adındaki azılı bir müşrik kadının iki oğlunu öldürmüştü. Bu şerir kadın, Hz. Âsım’ın başını eline geçirdiği takdirde, onunla şarap içeceğine dair yemin etmişti. Lihyanoğulları bunu biliyorlardı. Bu sebeple hunharca şehit ettikleri Hz. Âsım b. Sâbit’in başını alıp Mekke’deki bu kadına götürmek istiyorlardı. Ancak Allah, kendilerine bu fırsatı vermedi. Âsım b. Sâbit’in (r.a.) şehit olmadan az önce, “Allahım! Müslüman olduğum günden beri senin yüce dinini müdafaa ve himâye etmek için nefsimi feda ettim. Bugün, son günümdür. Sen de benim cesedimi (müşriklerin dokunmasından) muhafaza eyle!”[5]diye ettiği duasını Cenab-ı Hak kabul etti. Müşrikler cesedinin başına yaklaşmak istedikleri sırada, cesedin başında birden bir arı sürüsü peydâ oldu ve onları cesede yaklaştırmadı. Bunun üzerine cesedi sabahleyin gelip almak üzere ayrıldılar. Ancak sabah geldiklerinde ceset ortada yoktu. Şaşırdılar. Çünkü Cenab-ı Hak, gece bir yağmur yağdırmış ve bu büyük sahabenin cesedini necis müşriklerin ellerinin dokunmasına fırsat vermeden sellere sürükletip götürmüştü!
Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’in Şehâdetleri
Lihyanoğulları tarafından Mekke’ye götürülen Hz. Hubeyb b. Adiyy ile Zeyd b. Desinne, Bedir’de çok yakınları öldürülenler tarafından satın alınmış ve hapsedilmişlerdi. Kureyş’in kararı, bu iki sahabeyi şehit etmekti. Bir müddet hapiste işkence ve eziyetlere maruz bıraktıktan sonra, bir gün alıp ikisini birlikte Ten’im mevkiine götürdüler. İki kahraman sahabe son olarak kucaklaşıp birbirlerine sabır tavsiyesinde bulundular.
Ten’im denilen yer, sanki bayram yeriymiş gibi, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkekle dolmuştu: Bu iki masum sahabenin maruz kalacakları gaddar hareketi seyre gelmişlerdi. Hürriyeti ve insanlığı ayaklar altına alan canileri alkışlamaya koşmuşlardı. Yarım kalan Uhud muvaffakiyetleri ile Bedir mağlubiyetinin acısını çıkaramadıklarını biliyor ve o acıyı, hıncı ve intikamı, bu iki masum, müdafaasız ve silahsız sahabeyi darağacında sallandırmakla almaya çalışıyorlardı.
Hz. Hubeyb’in Şehâdeti
Çukur kazılmış, direk dikilmişti.
Hz. Hubeyb’i direğe doğru götürdüler. Gönlü Allah’ın ve Resûlünün muhabbetiyle dopdolu Hz. Hubeyb, telâşsız, tereddütsüz idi. Allah’ın dini uğrunda şehit olmayı en büyük şeref biliyordu. İki rekât namaz kılmak için müsaade istedi. İzin verilince bütün samimiyetiyle yüce Mevlâsının huzuruna yöneldi. İki rekât namazını tamamladıktan sonra müşriklere dönerek, “Vallahi” dedi. “Eğer Hubeyb ölümden korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım!”[6]
Hz. Hubeyb, bu hareketiyle, idamdan önce iki rekât namaz kılma âdet ve sünnetini de başlatan ilk insan oluyordu.[7]
Müşrikler ona, “Muhammed’in dinini terk eder ve ecdadının dinine dönersen sana eman veririz!” dediler.
Kahraman sahabe, “Vallahi, hayır! İslam’dan asla dönmem! Hatta dünya, içindekilerle beraber bana verilse, yine de dönmem!” diye cevap verdi.
Bu sefer müşrikler, “Doğru söyle; şimdi senin yerine Muhammed olsa ve sana bedel o öldürülse memnun olurdun, değil mi?” diye sordular.
Gönlü Resûlullah’a muhabbetle yanıp tutuşan sahabeden gelen cevap, müşrik canileri şaşırttı, tüylerini diken diken etti: “Allah’a yemin ederek söylüyorum ki Peygamberimizin ayağına bir diken batmaktansa, evimden, hayatımdan, çoluk çocuğumdan olmaya râzıyım!”
Müşrikler, fedakârlığın böylesini görmemiş, Allah’a ve Resûlüne bağlılığın tatlı saadetini yaşamamış oldukları için, Hubeyb Hazretlerinin bu cevaplarına gülüp geçiyorlardı.
Etrafına bakan büyük insan, hiçbir nurani yüz göremiyordu. Bütün suratlar abustu; şirkin çirkinliği yüzlerine aksetmişti sanki… Kendisiyle Resûlullah’a selamını iletecek kimsecikler yoktu o kocaman kalabalıkta… Bizzat kendi ağzıyla, hayatını uğruna feda ettiği Resûlullah’a darağacında selam yollamaktan başka çaresi yoktu. Şöyle niyazda bulundu:
“Allahım! Şu anda düşman yüzlerden başka yüz göremiyorum!
“Allahım! Burada selamımı Resûlüne ulaştıracak hiç kimse yok! Ne olur ona selamımı sen ulaştır!
“Allahım! Sen, bize Resûlünün peygamberliğini bildirdin. Bize revâ görülenleri de ona sabahleyin bildir.”[8]
Bu hazin dua yapılırken, Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Medine’de, Hubeyb’in selamını, “Aleykesselam!” diyerek aldı; sonra da ashabına dönerek, “Kureyş, Hubeyb’i şehit etti” buyurdu.
Hz. Hubeyb, eli kolu ağaçtan direğe bağlı bekletiliyordu. Karşısında, babaları öldürülmüş kırk genç, ellerinde mızraklarla duruyorlardı. Emir alınca, dört bir taraftan mızrakları bu aziz sahabenin vücuduna batırmaya başladılar. Hubeyb’in, işkenceler altında ruhunu teslim etmesini istiyorlardı. Bir ara Hz. Hubeyb’in yüzü Kâbe’ye döndü. Allah’a bundan dolayı hamdetti: “Hamdolsun o Allah’a ki yüzümü, kendisinin, Resûlünün ve mü’minlerin râzı oldukları kıbleye çevirdi!”
Kureyş müşrikleri buna da tahammül edemediler ve onun yüzünü Kâbe’den çevirdiler. Fakat fedakâr sahabe, yüzü Kâbe’ye doğru şehâdet makamına erişmek istiyordu. Rabb-i Rahîm’ine, “Allahım! Eğer ben, senin katında hayırlı biri isem, yüzümü kıblene çevir!” diye yalvardı.
Kıbleye çevrilen Hubeyb Hazretlerinin yüzünü müşrikler, bir daha başka tarafa çeviremediler.[9]
Hz. Hubeyb’in, ruhuyla yüce âlemlere yükselme zamanına kısa bir süre kalmıştı. Ruhunu teslim etmeden önce kendisine Allah’a ve Resûlüne iman ve muhabbetten dolayı bu zulmü, bu eziyeti revâ görenlere, “Allahım! Kureyş müşriklerini mahvet; topluluklarını tarumar et; onların birer birer canlarını al! Hiçbirini sağ bırakma Allahım!”[10]diye beddua etti.
Yüksek sesle yapılan bu beddua, Ten’im mevkiinde yankılandı, imansız kalplere müthiş bir korku verdi: Kimisi yüzükoyun yere uzandı, kimi kulağını tıkadı. Bu korku, Hubeyb Hazretlerinin şehâdetinden çok sonraya kadar da devam etti.
Mızraklar göğsüne saplı Hz. Hubeyb, o ibret verici manzara içinde bir müddet Allah’ın varlık ve birliğini, Resûlünün hak ve peygamberliğini şirk ehlinin suratlarına haykırdı. Az sonra da hayatını şehâdet mertebesiyle noktaladı. Böylece, Allah yolunda darağacında ruhunu teslim eden ilk Müslüman oldu.
Sıra, Hz. Zeyd’de…
Hz. Hubeyb’in şehâdetini, Hz. Zeyd’in şehâdeti takip edecekti.
Müşrikler onu da Ten’im’e alıp getirmişler ve darağacına bağlamışlardı.
Hz. Hubeyb’e yapılan tekliflerin aynısı ona da yapıldı. Fakat bu büyük sahabe de, Hubeyb’in verdiği aynı cevapları pervasızca verdi.
Ebû Süfyan, bu durum karşısında hayret ve takdirini gizleyemedi: “Ben, insanlar arasında ashabının Muhammed’i sevdiği kadar hiç kimsenin, hiç kimseyi sevdiğini şimdiye kadar görmüş değilim!”[11]
Tekliflerinden netice almayan müşrikler, Hz. Zeyd’i oklarına hedef aldılar ve onu da şehit ettiler. Cesedi bağlı bulunduğu yerde kalan büyük sahabenin ruhu kim bilir hangi yüce âlemde tayeran ediyordu?
Her iki sahabe de, imanlarında, Allah’a ve Resûlüne sadâkatte zerre kadar tereddüde düşmeden, işte böylesine imrenilecek güzel bir surette hayat defterlerini kapadılar.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 51.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 178; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 55.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 178; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 55.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 179; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 294.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 463; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 189.
[6] Buharî, Sahih, c. 3, s. 28.
[7] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 28.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 182; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3. s. 190.
[9] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 191.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 182.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 181; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 56.