Yeryüzünü mânevî bir karanlık kaplamıştı.
Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden adeta mâteme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalpler idi. Kalp ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilan edilmişti!
Yeryüzü saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan “tevhid” inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalpleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.
İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hale gelmişti.
Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve simalar mahzundu.
Akıl, ruh ve kalpleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!
İşte, o zât geliyordu!
Dünyanın mânevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz insan, Allah’ın Son Peygamberi geliyordu!
Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (a.s.m.) geliyordu!
O An…
Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi. Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hal ve hareketiyle bu emsâlsiz insana “hoş-âmedî”de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.
Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi.
Fil Vak’asından elli veya elli beş gece sonra.
Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi.
Mekke’de mütevazı bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti.
Bu mütevazı evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hadise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.), dünyaya gözlerini açtı!
Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtılıverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde adeta, “Doğdu ol saatte Sultan-ı Din / Nura garkoldu semâvât-ü zemin” diye haykırdı.
Annesinin Dilinden…
Yeryüzünde hiçbir anneye nasip olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan aziz anne Hz. Âmine, o mesut ânı şöyle anlatır:
“Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zât çıkıp dedi ki:
“‘Ya Âmine! Bil ki sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve halini hiç kimseye açma!’
“Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdülmuttalib, Kâbe’yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi.”[1]
Aziz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır:
“Gördüm ki doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe’nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede. Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: ‘Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin; ta ki mahlûklar, Muhammed’i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle tanısınlar!’ Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti.”[2]
Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam’ın saray ve köşklerini seyretmiştir.[3]
Şifa ve Fâtıma Hâtun’un Müşâhedeleri
Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifa Hâtun ile Osman b. Ebi’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı.
Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtun, o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:
“Allah’ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun.’ Maşrık ile mağrıb arası nurla doldu. Hatta Rum diyarının bazı saraylarını gördüm! Sonra, Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hal geldi ki vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu. ‘Doğuya götürdüler’ diye cevap verildi.
“Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki Allah Resûlü peygamberliğini ilan eder etmez, hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber iman dairesine girdim.”[4]
Fâtıma Hâtun ise, hatırasında, o mesut gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların adeta üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.[5]
Peygamber Efendimizin bir başka hususîyeti, sünnetli ve dünyaya göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasaydı.[6]Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında nebilik mührü “Hâtem-i Nübüvvet” bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.
Ashaptan Sâib b. Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin “Nübüvvet Mührü”yle ilgili olarak şöyle der:
“Çocukluğumda, teyzem beni Nebiyy-i Ekrem’in (a.s.m.) yanına götürüp, ‘Yâ Resûlallah! Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var’ dedi. Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında, gerdek çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi olan Hâtem-i Nübüvvet’i gördüm!”[7]
Hz. Ali de (r.a.), Resûl-i Ekrem’i tarif ve tavsif ederken, “İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu, kürekleri arasındaki peygamberlik hâteminden belliydi” der.
Abdülmuttalib’e Verilen Müjde…
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civarında Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaçıyla oturmuş, sohbet ediyordu.
Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib’e teslim ederek, “Bu çocuk, sana emanettir. Bu oğlumun şânı şerefi yüce olacaktır” diye konuştu.
Abdülmuttalib, bu mesut hadisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti; ayrıca şehrin her mahallesinde develer kurban ederek, insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.
Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (a.s.m.)
Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
“Muhammed…”
“Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?” dediler.
Cevabı şu oldu:
“Allah’ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!”
Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah’ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâkaya, sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz imanı, irfanı, ibadeti, sadâkati, takvâsı, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâkıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına erişecek hiçbir fani olmamış ve olamaz.
[1] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 21.
[2] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 21.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 166; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 102; Taberî, Tarih, c. 2, s. 125.
[4] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 22.
[5] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 267.
[6] Rivâyet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine kaynaklar, peygamberlerden Şit, İdris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselam) hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.
[7] Buharî, Sahih, c. 1, s. 48; Müslim, Sahih. c. 7, s. 86.