Sa’d b. Ebî Vakkas, henüz 17 yaşlarında, hareket ve heyecan dolu bir genç idi. Bu sırada bir rüya gördü: Zifirî bir karanlığın içindeyken, birdenbire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takip ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd b. Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?” diye soruyor. Onlar da, “Şimdi” diye cevap veriyorlar.[1]
Bu rüyasından üç gün sonra, İslam’a gizli davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebû Bekir, kendisine İslamiyet’ten bahsetti, sonra da alıp Resûl-i Zîşan Efendimizin huzuruna götürdü. İslamiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malumat alan Hz. Sa’d, hemen orada Müslüman oldu.[2]
Nesebi, hem baba tarafından hem de anne tarafından Peygamber Efendimizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa’d da, annesi tarafından Zühreoğullarına mensup bulunduğundan, Hz. Sa’d annesi tarafından Peygamberimizin dayısı düşerdi. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, “İşte dayım Sa’d! Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin!” diyerek kendisine iltifatta bulunurdu.[3]
Hz. Sa’d ve Annesi
Hz. Sa’d’ın Müslüman olması, annesi Hamne’nin hoşuna gitmedi. Oğlu, atalarının dinini bırakıp yeni dine, onun rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslamiyet’ten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:
“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen, sen değil misin?”
Hz. Sa’d, “Evet” dedi.
Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifade etti:
“Yâ Sa’d!” dedi. “Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma hiçbir şey almayacağım! Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın!”
O güne kadar, Hz. Sa’d, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat artık o, Allah’a iman etmiş ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, her şeyini bu iman ölçüsü içinde değerlendirecekti!
Annesinin yememekte ve içmemekte inat ettiğini görünce, yanına vardı ve “Ey anne!” dedi. “Senin yüz canın olsa ve her birini İslamiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sâbit kalırım! Artık ister ye, ister yeme!”[4]
Bu cevap üzerine anne Hamne’nin inadı, Hz. Sa’d’ın hakta sebatı karşısında eridi; hem yemeye, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere daha küfür imanın, şirk tevhidin azameti karşısında ezildi ve mağlubiyetini ilan etti!
Hz. Sa’d ile annesi arasında geçen bu hadise üzerine Cenab-ı Hak, Ankebut Suresi’nin 8. ayetini göndererek, mü’minlere ebedî bir ölçü verdi: “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilâh tanımadığın) bir şeyi Bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat etme! Dönüşünüz ancak Banadır. Ben de, yaptığınızı (amellerimizin karşılığını) size haber vereceğim!”[5]
Hamne, oğlunu İslam’dan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi: Bir gün Hz. Sa’d, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:
“Ya o burada girdiği yeni dini terk eder veya ölür gider!”
Şirk ve dalâletin kalpleri nasıl karartıp merhamet ve şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evladına eziyet etmekten çekinmemesinden anlamamız mümkündür!
Hadiseler, hep Hamne’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü İslamiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa’d’ın peşini oğlu Âmir de takip etmiş ve Müslüman olmuştu.
Büsbütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Âmir’in yakasına yapıştı ve “Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!” dedi.
Allah’a imanın ve Resûlüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslam’ın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa’d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı. “Ey anne!” dedi. “Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın ‘Gölgeleneyim, yiyip içeyim’ deme!”[6]
Bu harika iman, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne’nin elinden, susmaktan başka bir şey gelmedi.
Hz. Sa’d’ın Cesareti
Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi.
Hz. Sa’d, ilk Müslümanlardan birkaçıyla Mekke’nin Ebû Dübb vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan, birkaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibadetin asılsız bir şey olduğunu iddiaya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa’d, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiğiyle müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler, cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar.
Böylece, Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan döken sahabe” unvanını almış oldu. İslam tarihinde dökülen ilk kan budur!
Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas, cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbi’nde Fahr-i Kâinat’a vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki Allah Resûlünün, hiçbir faniye nasip olmayan şu hitabına mazhar oldu:
“Anam babam, sana feda olsun yâ Sa’d! Durma, at!”[7]
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Fedake ebî ve ümmi’[8](Anam babam sana feda olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa’d için söyledi.”[9]
Aynı muharebede, Hz. Sa’d, her ok attıkça, Allah Resûlü, “İlâhî, bu Senin okundur” diyor ve onun için şöyle dua ediyordu:
“Allahım! Sana dua ettiğinde Sa’d’ın duasını kabul et, atışını da doğrult!”[10]
Allah Resûlünün,“Allahım, onun duasını kabul et!” buyurması sebebiyledir ki kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında duasının kâbulüyle de şöhret bulmuştur. İslam düşmanları onun kılıç ve okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun dua oklarından korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.[11]
İslam’a davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa’d, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslam’a hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran’a gönderilen ordunun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferi’nin kumandanlığını yürüterek Kisrâ ülkesini fethedip İslam topraklarına kattı. Bu sebeple ona “İran Fâtihi” unvanı verildi.
[1] İbn Esîr, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 292.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 266; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 139; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 33; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 291.
[4] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 31; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 280.
[5] Bu âyet-i kerîmenin hükmüne göre bir evlat, anne babasının ancak İslam’ın dışında olmayan meşru emirlerini tutmakla mükelleftir. Böyle bir itaat evlat üzerine vaciptir. Aksi hâlde, yani anne veya baba, Müslüman evladını imanın ve İslam’ın dışında birtakım meşru olmayan hareketleri işlemeye emir ve teşvik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat etmemek vaciptir. Çünkü “Allah’a isyan olacak şeyde kullara itaat edilmez, emirleri yerine getirilmez.” kaidesi, İslam’ın bir düsturudur (Nesefî, Tefsir, c. 3, s. 251).
[6] İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 292.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s.139.
[8] “Fedake ebî ve ümmi” tâbiri, asıl manasında değil, örfî manasında kullanılır. Bu kelimeler, râzı olmayı, memnun olmayı ifade eder. Yaptığı tebcile şâyan bulunan zâtlar, bu kelimelerle medh ve senâ edilirler.
[9] Müslim, Sahih, c. 7, s. 125.
[10] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 141.
[11] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 149.